8 Ekim 2008 Çarşamba

HENGSHAN DAĞLARI (HENGSHAN MOUNTAIN)-1:Taocu Keşişlerin Evi

*Caner Karavit, Gezi Notları:4
Çin'in kuzeyindeki Shanxi Eyaleti'ne bağlı bir kömür madeni kenti olan Datong'daki ikinci günümüzde vakit kaybetmeden hemen kentin 62 kilometre güneyindeki Hengshan dağlarına doğru yola koyulduk. Kayıtlara göre kültürel tarihi 4 bin yıl öncesine dayanan bu dağ, "Tai Heng", "Yuan Yue", Zi Yue" ve "Chang Shan" olarak da isimlendirilmiş. Dağa tırmanma noktasının başlangıcı olan geniş alana geldiğimizde, bir sürpriz bekliyordu bizi.
Tam karşımızda duran, eşeğe ters binmiş yaşlı adam heykeli adeta Nasreddin Hoca'nın Çinli kardeşiydi. Sonradan "Zhang Guo Lao" isimli bu kişinin, Taoizm'in sekiz ölümsüzünden biri olduğunu öğrendik.Çinli Nasreddin Hoca'yla vedalaşıp dağdaki tapınaklara doğru tırmanmaya başladık. Tırmanış, zaman zaman manzarayı izlemek için yapılan (asla nefes nefese kalmaktan değil!) duraksamalarla yarım saat sürdü. Karşımıza ilk çıkan yapı Ming dönemine tarihlenen Ma Shen Tapınağı'ydı. Tapınak kapısından girerken, süslü, biraz da komik iki at heykeli karşıladı bizi. Söylentilere göre bu atlar, Hengshan hükümdarının binek atlarıymış.
Buradan tapınağın kuzey tarafına yürüyünce dağın en yüksekteki yapısı olan Kui Xing kameriyesini gördük. Ma Shen Tapınağı'na girince karşımıza çıkan keşiş elimize bir tütsü tutuşturarak oradaki en önemli Tao tanrısı için yakmamızı istedi. Hatırı kırılmasın diye yaktık. Tabii ki ardından beş yuanlık bağış yapma inceliğini de! gösterdik. Yolumuza, Guo Sao uçurumuna doğru hafif bir tırmanışla devam ettik. Buradaki yapı, dağın bize göre en uç tarafında hafif sis içerisinde kalması nedeniyle semavi bir havaya bürünmüştü. Ahşaptan küçük odacıkları, daracık balkonlarıyla uçurumun kenarına zarif biçimde kondurulmuş bir tiyatro dekoru gibiydi. Bu konum, yapıya her an uçurumdan aşağı düşecekmiş hissi veriyordu. Ancak, doğayla olan yüzlerce senelik serüveni sonucundaki sağlam duruşu, ne kadar iyi bir yapı tekniği kullanıldığını da ispatlamaktaydı. Dar ahşap merdivenlerden asma katlara çıkarken, her seferinde karakteristik Çin motiflerinin oyularak işlendiği, silindirik, altın sarısı ve yeşim taşı renkli kiremitlerle karşılaşmak çok keyifliydi. Hele kiremitlerin, içlerinden fışkırmış kuru otlarla doğaya karışmışlıklarının görsel etkisine diyecek yoktu...
Yine manzaranın büyüsüne kapılarak ve buz gibi temiz havayı ciğerlerimizi yakarcasına içimize çekerek yeni bir tırmanışa geçtik. Tırmanış sırasında, birden burnuma odun yanığı kokusu geldi. Bu koku bana, ülkemin en güzel dağlarından birisi olan Bolu Dağı'nın kış aylarında karla kaplanan Hatçeavaz Yaylası'nı hatırlattı. Yayladaki uzun yürüyüşümüzün sonunda, odun yanığı kokusu burnumuza gelince sevinirdik. Çünkü, bu koku, yayla evlerine önceden giden arkadaşlarımızın şöminede yaktığı odunun kokusuydu. Bu, onlara iyice yaklaştığımız anlamına geliyordu. Şimdi ise "Uyuma Sarayı"na yaklaşmıştık. İlk olarak tabelasındaki yazıyı yani "Sleeping Palace"sı Türkçe'ye doğrudan "Uyuyan Saray" olarak çevirmiş ve bu ismi çok yakıştırmıştık. Ancak, daha sonra buranın aslında bir "uyuma sarayı" daha doğrusu "yatak odası" olduğunu öğrendik. Uzun merdivenlerden çıkarken Hengshan dağlarının "18 önemli" yerinden birisi olan, Kuzey Wei dönemine (MS. 386-534) ait bu yerin gerçekten uyumak için ideal bir yer olduğuna kanaat getirdik. "Uyuma Sarayı" müthiş bir dingin boşluğun ortasında asılı "uykucuları"nı bekliyordu adeta. Yine, aynı yerde bulunan "Giyinme Odası" da işlevini yerine getirebileceği en uygun yere yapılmıştı. Ne uyurken ne de soyunup giyinirken kimsenin rahatsız edemeyeceği bir yerdi burası. Tapınağa yöneldiğimizde "Uyuma Sarayı"nın karşısında olan küçük yapının "yorgan kapı"sı aralandı. Çin'in birçok yerinde gördüğüm ve soğuğu geçirmesin diye kapının yerine konan kalın brandaya bu ismi takmıştım ben... İçeriden, sıcak odasında şekerleme yapmış olduğu her halinden belli olan yaşlı bir keşiş çıktı dışarıya. Yanımıza gelip yine tütsü yakmamızı istedi. Biz de, aşağıdaki manastırda bu işlemi yaptığımızı anlatmaya çalıştık. "Olsun buradaki tanrılar hem daha önemli hem de iki tane" dediğini tahmin ettiğimiz bir şeyler mırıldandı. Bizden umudu kesince dışarı çıkıp, çekmeyen bacasını elindeki sırıkla bir müddet açmaya çalıştı.
Galiba becerdi de, daha çok duman tütmeye başladı. Artık kendisini sıcacık bir oda beklediğinden emin bir şekilde, dağın keskin soğuğuna kafa tutarcasına dimdik uzakları seyre daldı.
Heng Zong Manastırı'na çıkmadan önce Ming dönemi yapılarından Zen Yuan Manastırı'nın terasına uğradık. Burası, o ana kadar dağda gezdiğimiz onca etkili manzara arasında, beni yerime mıhlayan yer oldu. Bir keşişin neden sürekli burada kalabileceğini anlamamı sağladı bu teras. Asla biçimci bir anlatım yolu seçilerek anlatılamayacak, oldukça semavi bir manzara kendisine doğru çekti beni. İster istemez ağzımdan şu sözler döküldü: "Artık hep burada kalmak istiyorum". Çinli ressamların, geleneksel Çin resminin en önemli konularından olan manzara resimleri yapmakta neden ısrar ettiğini Çin'e gelmeden önce anlayamamıştım. Sıradan geliyordu bana. Çin'deki araştırmalarım sırasında, anlayabildiğim kanısına vardım. Ama yalnızca, anladığımı sanmışım... Buraya gelince aynı manzarayı gördüm. Dağın sağ tarafına dayanmış boşluk, sisin de yardımıyla, gökyüzüyle dağ arasındaki dönüşümü yaratıyordu. Aynı zamanda da, Tao'nun YingYang'ını yaratan o uhrevi boşluğu kavramamızı sağlıyordu. O boşlukta eksik olan, kaligrafik olarak yazılmış şiir ve sanatçının damgasıydı. İnsanı içerisine öyle çekiyordu ki dış dünyaya geri dönmeniz zorlaşıyordu.
Heng Zong Manastırı, dağın en zor etabıydı. 103 basamaklı dik merdivenlerin sonuna doğru tütsü kokuları yoğun olarak gelmeye başladı.
Davul ve çan kulelerinin yanından "Ölümsüzlerin Toplanma Sarayı" olarak tanımlanan yere doğru yürüdük. Sarayın içinde bana sevimli gelen üç ölümsüz: Mutluluk, Uzun Ömür ve Kader ölümsüzleri ile sanki onları korumakla dövmek arasında bir görüntü sergileyen sekiz hoyrat mağara adamının heykelleriyle karşılaştık. Bu hoyrat mağara adamlarının bazıları bana resimleri Topkapı Sarayı'nda bulunan Mehmet Siyahkalem'in cin desenlerini hatırlattı.
Artık inişe geçmeye başlamıştık. "Dokuzuncu Cennet Tapınağı"na girince sevimli ufak tefek bir keşiş karşıladı bizi. Onunla tapınağa doğru ilerlerken sol taraftaki küçük yapının içinden iki genç kız ve ardından yine ufak tefek yaşlı başka bir keşiş şakalaşıp, gülerek dışarı çıktılar. İçerden çıkan yaşlı keşiş bizi görünce toparlanıp, tapınağa davet etti ve bir şeyler anlatmaya başladı. Tapınaktaki bir tanrıyı, elindeki dumanı tüten sigarasıyla işaret edip: “Bu da bizim en büyük tanrımız” dediği sırada sigarasının külleri dökülüyordu. Sanki çok yakın bir arkadaşından bahseder gibiydi. Oradan ayrılmadan önce, tapınağın kapısında keşişlerle fotoğraf çektirirken, genç kızları ve keşişleri gülme krizi tuttu. Belli ki kutsal dağın ortamı çok keyifliydi ve bize de iyi gelmişti. Bununla birlikte artık geri dönme zamanı da gelmişti. Tırmandığımız patikadan yavaş yavaş inmeye başladık. Bizimle beraber on adım ötemizde, başka bir keşiş ağır ağır meydana doğru iniyordu. Birden cep telefonu çaldı, telefonuna baktı ve açmamaya karar verdi. İyi ki de açmadı, çünkü telefonun melodisi çok hoş bir Çin müziğiydi. Hengshan dağlarından aşağı inerken ciğerlerimizi keskin soğuk, gözlerimizi müthiş manzara, kulaklarımızı ise önümüzdeki keşişin cebinden gelen Çin müziği melodisi doyuruyordu.

Hiç yorum yok: