30 Ocak 2009 Cuma

ÇİN’DEKİ KARAYOLCULUĞU (TRAVELLING BY OVERLAND IN CHINA:4

*Caner Karavit, Gezi Notları:11

YATAKLI OTOBÜS
Türkiye’de geceleri yaptığım uzun otobüs yolculukları benim için hep bir işkence olmuştur. Dar koltuk aralarına sıkışan uzun bacaklarım, sabahın bir an önce gelmesini ve artık hedefe ulaşmayı isterdi. Aksi gibi, fırsatını bulup biraz sızdığım zaman da otobüs mola vermiş olurdu. Moladan sonra tekrar uyuyabilmek için, daha çok emek vermek zorunda kalırdım. Hep şu bacaklarım yüzünden. Şunları bir uzatabilsem daha ne isterim diye düşünürdüm. Bir de, bu otobüslerin yataklısı olsa ne iyi olurdu diye. Merak ederdim, firmaların, tasarımcıların yataklı otobüs hizmetini neden düşünmediklerini. Böyle bir hizmetin varlığına ilk defa Çin’deki İpek Yolu seyahatimde tanık oldum.
Urumçi’den Kuçar’a her zamanki gibi trenle gitmeye karar vermiştik. Ancak, tüm yerler doluydu. Oradaki arkadaşlarımız bize yataklı otobüsü önerdiler. Çin’e ilk geldiğimde böyle bir otobüsün olduğunu duymuştum, ama nasıl bir şey olduğunu bilmiyordum. Türkiye’deki yolculuklarımda düşündüğüm gibi bir otobüste yolculuk yapma fırsatım doğmuştu. Yolculuk sonrası İstanbul’a döndüğümde bu otobüsten arkadaşlarıma bahsedince, birçoğu “biz de böyle bir otobüs olsa ne iyi olur diye düşünmüştük hep” diyerek düşüncelerimi paylaştılar. Demek, sadece ben değilmişim bu otobüslerin taleplisi.

İNSANIN ŞÖYLE AYAKLARINI UZATABİLECEĞİ BİR OTOBÜS OLSA...
Akşam olmuş ve hava kararmak üzereydi. Biletlerimizi alarak otobüs terminaline gittik. Otobüse biner binmez şöför bize bir naylon poşet uzattı. Önce, bu poşetin yolculuk sırasında meydana gelecek mide rahatsızlıkları için bir önlem olduğunu düşündüm. Poşetin işlevi farklıymış. Şöförün hemen yanında ayakkabılarımı çıkarttım ve poşete koyarak koridora girdim. İçerideki yataklar, otobüsün sağında, solunda ve ortasında sıralanmışlardı. Bu üç sıradaki yataklar ranza biçimindeydi. Numaramı bulup yatağıma oturdum. Ancak, gelip geçenler ve yatağına yerleşenlerin oluşturduğu trafik nedeniyle oturmak mümkün değildi. Hemen yatmak durumunda kaldım. Hiç bir otobüs yolculuğunda hemen yatmak ve uyumak gibi bir alışkanlığım olmadığı için bu durumu garipsedim. İnsan önce pencereden çevreyi seyreder, sonra dalgınlaşır ve en sonra da sızar. Ama başka çare yoktu. Zaman erken olduğu için uyumak mümkün değildi. Öte yandan uyumadan yatma ayışkanlığım ise hiç yoktu . Ancak, Çinliler bu durumdan hiç şikayetçi değildi. Hepsi uzanmış, kimisi sohpet ediyor, bazıları kitap okuyor, kimisi de televizyon seyrediyordu. Aslında şanslıydım, yerim hem alt kat hem de pencere kenarıydı. Yastık ve çarşaf pek temiz olmasa da yatak etkeni sevindiriciydi. Yatakların baş konulacak kısımları arkada yatanın ayaklarını soktuğu saç kafesin üstü olması nedeniyle yüksekteydi. Ben de yatarak ayaklarımı uzattım. Ama ne yazık ki yatak kısaydı. Çinlilerin ortalama boylarına göre yapılmış olan yatak boyları, beni yine memnun edememişti. En azından uzanarak yolculuk yapacağım için sevinçliydim. Otobüsün içini incelemeye başladım. Üç sıra yatak grubu vardı. Bir sırada yedi adet ranzalı yatak yani on dört tane yatak vardı. Üç sıra yatak grubunda ise toplam 42 yatak saydım. Bu sayı neredeyse normal otobüslerdeki koltuk sayısı kadar. Böyle bir otobüsün normal otobüse kıyasla zarar yapması mümkün değil. Bunların Türkiye’de de tutacağını düşündüm. Belki tek sorun temizlik kısmının daha zahmetli olmasıydı. Çünkü, her yolculuk sonrası yastık kılıflarının ve çarşafların yıkanması gerekiyor. Ancak, bindiğim otobüsteki nevresim takımı hiç de her yolculuk sonrası yıkanmış görüntüsü vermiyordu.

Otobüs yol aldıktan bir müddet sonra ışıklar söndü ve insanlar uykuya çekildi. Ben pencere kenarında Tarım Havzası coğrafyasının çöllük ve dağlık manzaralarını gecenin donuk lacivert ışığı altında izlemeye koyuldum. Ayak kafesinin içinde sağa ve sola dönüşlerimdeki sıkışmaların yarattığı sıkıntıya rağmen bir müddet sonra sızdım. Ne de olsa böyle bir yolculuğu hep hayal etmiştim. Rüya bile gördüğümü söyleyebilirim. Birden otobüsün ışıklarının yanmasıyla mola yerine geldiğimizi anladım. Dışarıya göz gezdirdim. Bizim dinlenme tesisleri gibi bir yerde konaklayacağımız beklentim boşunaydı. Sıradan bir benzin istasyonuydu.

VAY UYANIK!
Bir müddet sonra otobüs kalktı. Yanımda, orta sırada bulunan bir yatak boşalmıştı. Sanki biraz daha geniş görünüyordu. Biraz daha bekleyip, sahibinin gelmediğinden emin olunca hemen oraya yattım. Otobüs terminalinden biletleri alırken iki farklı fiyat kafamızı karıştırmıştı. Pencere kenarları daha ucuzdu. Nedenini anladım. Ortadaki yataklar daha uzun ve genişti. Neredeyse ayaklarımın uzunluğuna göreydi. Bundan iyisi Şam’da kayısıydı. Yüzümde bir gülümsemeyle uykuya daldım. Birden: “hey” diye bir bağırışla irkilerek uyandım. Ben de ani bir refleksle bağırarak karşılık verdim: “hey”. Karşımdaki Çinli: “burada ne yapıyorsun” der gibi bir şeyler söyleniyordu. Otobüsten inmemiş, şöförle bir müddet sohpet edip uykusu gelince yatağına gelmişti. Yatağında hiç tanımadığı ve yüzünde gülümsemeyle uyuyan bir yabancıyla karşılaşınca da: “vay uyanık” demişti, herhalde. Homurdanarak yerime geçtim. Pencereden dışarı takıldı gözüm. Ay ışığında ilginç dokular oluşuyordu Tianshan dağlarının eteklerinde. Çöl ayazı pencerenin kenarlarından sızıyordu. En son ne zaman yıkandığını bilmediğim battaniyeyi biraz daha çektim kafama. Arka yataktan gelen horultulara inat uykuya daldım.

ÇİN’DEKİ KARAYOLCULUĞU (TRAVELLING BY OVERLAND IN CHINA:3

*Caner Karavit, Gezi Notları:11
Metro ile yolculuk

Metro, İstanbul’da yaşamımıza yeni yeni giren ve geçmişten gelen bir geleneğimizin olmadığı ulaşım aracı. Henüz, bu toplu taşıma aracının kent ulaşımındaki payı olması gereken düzeye ulaşamadı. Bu nedenle, metro ile ilgili özgün bir gözlem oluşturabilmemiz ve kentimize ait bir metro kültüründen bahsetmemiz için erken. Kullanma alışkanlığımızın olmadığı bir ulaşım aracı günlük hayatınıza farklılıklarıyla beraber girince, doğal olarak sizin de ona dair gözlemleriniz ve yoırumlarınız oluşmaya başlıyor.
Günlük hayatıma bodoslama giren Pekin Metro’sunun benim için böyle bir yeri var. Çin’e ilk geldiğim dönem Shanghai, Shenzhen, Hong Kong, Guangzhou gibi kentlerle kıyasladığımda, Pekin Metrosu’nu eski ve hat yayılımını kısıtlı bulmuştum. Gördüğüm diğer kentlerdeki metrolar, otomatik bilet makinalarına, gelişmiş metro ağına, yeni vagonlara, modern metro içi tasarımlarına, görsel bilgilendirmelere vs. sahipken, Pekin Metrosu onlara nazaran köhne kalıyordu. Ancak, Pekin Olimpiyatları sonrası gelişimde, Pekin Metrosu’nun üç olan metro hattının yediye çıktığını ve sistemlerini yenilediğini gördüm. Ama, ne yalan söyleyeyim, en eski hat olan birinci hat köhneliğini ancak biraz aşabilmiş ve hala bana nostalji yaşatabiliyor.

Birinci hat
Pekin Metrosu ile sıkı fıkı olmamın nedeni gittiğim üniversitenin oturduğum bölgeye uzak olmasından kaynaklanıyor. Okula varabilmek için üç hat değiştirip, yolda bir buçuk saatimi geçiriyorum. Zaman bu kadar uzun ve değiştirdiğim hatlar da farklı özelliklere sahip olunca, doğal olarak gözlemlerimde zenginleşiyor. Öncelikle, birinci hat orta ve alt sınıfa ait hat olma özelliği taşıyor. Göçmen işçiler, küçük esnaf, öğrenciler, memurlar vs. Bu hattın en batı ve en doğu ucundan itibaren birikerek, aktarma istasyonlarına her sabah adeta akıyorlar. Çin’e gelmeden önce televizyondaki bazı belgesellerde izlediğim Japonya’daki metro istasyonlarının kalabalıklığı karşısında hayrete düşüyordum. Bir görevli vagona binemeyenleri arkalarından bastırarak içeri sokuyor ve kapılar ancak o zaman kapanabiliyordu.
Nereden bilebilirdim ki, Pekin’e gelip her sabah aynı şeyleri yaşayacağım. Özellikle sabah işe gidiş (7 ile 8 arası), akşamları da iş dönüşü (16.30’dan başlayıp 19.00’a kadar) saatlerinde tam da böyle bir yoğun kalabalık oluşuyor. Benim metroya biniş saatlerimde ne yazık ki bu saatler arasında. Öncelikle, bindiğim istasyon Pekin’in batı ucuna en yakın istasyonlardan birisi olduğu için şanslıyım. Çünkü, vagona binememek gibi bir sorunum genelde olmuyor. Ancak, ikinci hatta aktarma istasyonu olan Fuxingmen’e kadar, vücudumun her durakta sanki bir mengene ile şiddeti arttırılarak sıkıştırıldığını hissediyorum. Bu sıkıştırma işleminde istasyon görevlilerin payı büyük. Vagonun kapısında kalan ve binemeyen yaklaşık on kadar kişiyi bütün güçleriyle bastırıp, omuzlayarak (bazen iki görevli) herkesi içeri sığdırabiliyorlar. Kapılar kapandıktan sonra, içeride akciğerlerin sıkışması sonucu oluşan, derin bir nefes verişe benzer boğuk sesler çıkar. Önünüzdekinin saçları veya yüzü size daha da yaklaşmıştır. Çin, sarımsak yeme konusunda “serbest bölge” olduğu için, metroda sabahleyin sarımsak yememiş birisiyle yüzleştiyseniz güne şanslı başlamışsınız demektir.

Metroda yakın gözlük mesafesi
Çin’e ilk geldiğimde gözlerimin bozukluğu ilerlediği için bir yakın gözlüğü almaya karar verdim. Nasıl olsa metroyla okula gidene kadar uzun bir zamanım olacak, bol bol kitap okuyacaktım. Buradaki gözlükçüler göz doktoru gibi. Gözlük alacaksanız sizi testlerden geçirip gözünüzü kontrol ediyorlar. Hangi mesafeden okuma alışkanlığınız var, tespit edip ona göre numaralı gözlük veriyorlar. Metroların yoğunluk durumuna henüz tanık olmadığım için okuma mesafesini klasik ölçü olarak 30 cm. olarak belirledim. Büyük yanılgıymış. Sıkışık bir vagonda bırakın 30 cm.yi, 10 cm.den okumanız bile şans. Tabii ki kitabınız elinizde ve eliniz yukarıdaysa. Yoksa elinizi bile kıpırdatamıyorsunuz. Bazen düşünürüm, böylesine kalabalık bir yolculuk eğer Türkiye‘de olsaydı en az bir kaç kavga mutlaka olurdu. Bu kadar sıkıntılı yolculuğa rağmen Çinliler’in birbirine olan hoşgörüsü ve sinirlenmemeleri bana hep tuhaf gelmiştir.
Bir olay istisna: Narin kuşağa karşı devrimin çelik kadını
Yine elimi bile kıpırdatamayacak kadar sıkışık bir vaziyette yaptığım metro yolculuklarımdan birisiydi. Bir kaç adım ötemde ayaktaki yolculardan 30 yaşlarında bir erkek ve 40 yaşlarında bir kadın yolcu tartışmaya başladılar. Tartışma şiddetlendi ve birbirlerini itip kakmaya başladılar. Derken, erkek olan omuzuyla sert bir darbe girişiminde bulundu. Ben kadını kollamak ve erkeği önlemek için ileriye hamle yapmak istedim. Ama hareket etmek imkansızdı. Kadın, erkeğin sert müdahalesine göremediğim bir hızla karşılık verdi. O sıkışıklıkta nasıl hareket etti ve nasıl elini kaldırıp vurdu anlamadım. Ama sırtı bana dönük olan erkek, benim tarafıma can havliyle kaçmaya çalışırken şaşkınlığım iyice artmıştı. Erkeğin kaşı patlamış, gözü morarmış ve dudağı yarılmıştı. Kadın, adamı o kalabalıkta nasıl oldu da darmadağın etti, anlayamadım. Başta kadını korumak için yaptığım hamleyi, bu sefer adam için yapmam gerekiyordu galiba. Bizim yanımıza kaçan adam kadına bir şeyler söyledi, ama kadın parmağını “oraya gelirsem devam ederim ha..” der gibi sallayınca adamın sesi kesildi. Belli ki, devrimin zor şartlarının çelik gibi sertleştirdiği bir kadındı. Yeni dinamiklerin narinleştirdiği bir kuşağın temsilcisi olarak adamın ise, kadının karşısında zaten şansı yoktu.

Ekose bavullu köylüler
Bu sıkıştırılmaya özel katkısı olan bazı duraklar var: Askeri Müze durağı gibi. Bu durak, Pekin’in en büyük tren istasyonlarından birisinin bulunduğu yere yakın. Köylerden gelen göçmenler, ucuz ve çabuk ulaşım aracı olması nedeniyle metroyu kullanırlar. Onların trenlerinden iniş saatleri de Pekin Metrosu’nun yoğun saatlerine rastlar. Göçmen köylülerin sadece kendileri değil, beraberinde getirdikleri ekose desenli büyük plastik bavulları ve halatla bağladıkları yorganlarını da vagonları kaplıyor. Hal böyle olunca, vagonun içerisi sıkıştıkça sıkışıyor. Bazen bu köylülerin yüzlerindeki ifadeleri izlerim (onları rahatsız etmemeye çalışarak). Köylülerden ilk defa kente gelmiş olanların yüzlerinden, tamamen yabancı oldukları bu kente ilk gelmenin getirdiği endişeyi, tedirginliği, merakı, geride bıraktıklarının verdiği hüznü okuyabiliyorum. Bir yandan birbirlerine şaşkın ifadelerle bakıyorlar, diğer taraftan inecekleri yeri kaçırmamak için metro haritasındaki her durağı tek tek kontrol ediyorlar. İstasyondan vagona biner binmez bavul ve yorganlarını kapı girişine yığmalarından kentliler rahatsız oluyor ve homurdanıyor. Aktarma istasyonlarından önce inmek isteyenler bu yüklerin üzerinden aşmak zorunda. Bu göçmenlerin büyük bölümü, güney ve kuzey bölgelerindeki diğer göçmenlerin bulunduğu yerlere ya da işlerine gitmek üzere bu aktarma istasyonunda inerler. Diğer bölümü ise, daha doğudaki bölgelere gitmek üzere metro yolculuğuna devam eder.
İkinci hat
Fuxingmen aktarma istasyonundaki ikinci hatta biraz yürüdükten sonra ulaşılır. Büyük bir kalabalık seline kapılarak birden koridorun yarısının demir korkuluklarla kapatıldığını görürsünüz. Bu korkulukların başında da görevliler durarak kalabalığı daraltılmış yola yönlendirirler. Zaten sıkışık olan kalabalık seli iyice sıkşır. İnsanın sinirlerini bozacak bir yavaşlama gerçekleşir. Bu yoğunlukta niye koridoru daralttıklarını bir arkadaşım açıkladı. Koridoru huni gibi daraltarak metrolara yığılmayı engelliyorlarmış. Daraltılmış koridorları geçtikten sonra kalabalık sonuna kadar açılmış musluktan fışkıran su gibi ikinci hat istasyonuna dolar. Burada da başka bir kalabalık beklemektedir sizi. Genelde, göçmen yolcu bu hatta yoktur. İkinci hat öğrenci ve memur hattıdır. Vagonlar yenidir, istasyonların tasarımı ve bakımlılığı birinci hattan biraz daha iyidir. Yoğunluk vardır, ancak mengene örneği bu hat için geçerli değildir. Aktarmada yoğunluk dağılır.
On üçüncü hattın Sinderella’sı
On üç numaralı hatta geçtiğinizde ise, Pekin’in iki büyük üniversitesinin (Pekin ve Tsinghua) bu hatta yakın olması nedeniyle metro yolcusunun profili de bellidir: öğrenciler. Metro istasyonları yeni ve modern tasarımlıdır, vagonlar ise yeni ve temizdir. Ayrıca, kapalı devre televizyonları ve dizileri vardır. Genelde, bazı firmaların hazırladıkları dizi filmler yolculuk sırasında insanı oyalar. Bu diziler kısa ve devamlıdır. Bir kaç günde bir değiştirilir. Örneğin Çin’de ünlü bir ayakkabı firmasının hazırladığı dizi var. Başrolünde oynayan kızın ilginç bir tipi var, sanırım melez. Anladığım kadarıyla dizinin hikayesi, lüks bir ayakkabı mağazasında çalışan bir kızın yaşadıkları üzerine. Bu kız, müşterilerinin ruhsal durumlarına göre ayakkabılar öneriyor. Örneğin, ayaklarının büyük olduğunu düşünen bir bayana, “sakat olanları düşünmesini, önemli olanın ayaklarının sağlamlığının olduğunu ve bu nedenle ne kadar şanslı olduğunu kabul etmesini” göz yaşları içinde telkin ederek ona bir güzel ayakkabı satıyor. Elbette, bu Sinderella’nın peşinde bir de beyaz bisikletli prens var. Dizi böyle devam edip gidiyor. Ancak, bu dizilerin oynadığı metroların ikinci hattından on üçüncü hattına ulaşmak biraz zaman isteyen ve zahmetli bir iştir. Xizhimen aktarma istasyonundaki bu iki hattı değiştirmek için sizi uzun bir merdiven tırmanışları ve yürüyüşler bekler. Bu yürüme işlemeni yine yoğun bir kalabalıkla akarak yaparsınız. Sonunda onüçüncü hat metrosuna ulaştığınızda, şanslıysanız oturacak bir yer bulabilirsiniz. Soğuk kış gününde oturmak içinizi ısıtır çünkü oturma yerlerinde ısıtma sistemi vardır. İneceğim istasyon olan Wudaokou’ya geldiğimizde canım kalkmak istemezdi hiç.
İkinci hat labirentinin dış kulvarı
Akşam dönüşü ayrı bir yoğunluk vardır. İnsanlar aktarma istasyonlarında bir diğer hatta erken varmak için koşarlar. En alışamadığım ve mantığını anlamadığım aktarma Xizhimen aktarma istasyonundaki bu iki hattı değiştirirken kullandığımız güzergahtır. Vagondan inip, merdivenleri aşıp, beş dakika kadar yürüdükten sonra bir açık alan geçişi vardır ve bu alanın sonunda sizi demir parmaklıklardan yapılmış bir labirent bekler. Yani, ikinci metro girişi sizin tam önünüzdedir, ama pat diye giremezsiniz. İçeri girmek için kuyruğa girmek ve iki kez anlamsız bir şekilde dolanmak zorundasınızdır. Bu labirenti de katınca tamı tamına iki metro istasyonu arasındaki yürüme zamanı 9 dakikaya çıkıyor. Ben de atletizm yaptığım zamanlardan kalma bilgimi kullanırım. Kimsenin uzun mesafeli diye kullanmadığı en dıştaki yani en sağdaki kulvar en idealidir. Dış kulvarı pek kimse kullanmaz ve önüm boş olur. Bu dış kulvar dönüşte en kısa kulvar oluverir ve önümdeki birçok kişiyi geçiveririm. Aslında, canım hep Türk usülü korkulukların üzerinden atlayıp pat diye içeri girmek istemişimdir, görevliler olmasa...
Kör şarkıcının ekolu ses sistemi
İkinci hattan birinci hatta geçtiğinizde, sizi yine çok yoğun bir kalabalık bekler. Yine sıkışarak binersiniz vagonlara. Ancak, bu saatler işe yetişme derdi olmadığı için insanlar daha rahat davranır. Çok kalabalıksa bir sonraki metroya binme lüksünüz vardır. Metro aralıkları çok sıktır, neredeyse birisi gözden kaybolmadan diğerinin ışıkları görülür.
Birinci hattın içimi acıtan bir başka yolcu tipi daha vardır. Olimpiyatlar sırasında ortadan kaybolan bu metro yolcu tipi, kör veya vücutları yanık olan şarkıcılardır. İlk akşam dönüşümdeki kalabalık yolculuğum sırasında, ekolu bir sesle şarkı söyleyen birisini duymuş, ancak bir türlü sesin sahibini görememiştim. Genelde boyları kısa olduğu veya yürüme engelli oldukları için, kalabalığın arasındaki şarkıcıyı görebilmeniz mümkün değildir. Ancak, şarkıcının geldiği yöndeki kalabalık yarılıp para kutusu tutan bir el size doğru uzandığında, sesin sahibini görme şansınız olabilir. Kör, yürüme engelli veya yanık bedenli bu insanlar, ellerindeki mikrofanla sırtlarına bağladıkları çantadaki ekolu hopörler vasıtasıyla şarkılarını bütün vagona dinletirler. Vagon kalabalık olmasına karşılık, insanlar bu şarkıcılara hemen yol açarlar. Şarkıcı geçtikten sonra, buradaki insan dokusu tekrar kapanarak eski haline döner. Varış durağım olan Babaoshan’a (Sekiz Değerli Şey Dağı) vardığımda vagondan inip çıkışa doğru ilerlerken, şarkıcılar eko destekli hüzünlü köy şarkılarına devam etmek üzere, başka bir vagona geçip yolculuklarına devam ederler.

23 Ocak 2009 Cuma

ÇİN’DEKİ KARAYOLCULUĞU (TRAVELLING BY OVERLAND IN CHINA:1

*Caner Karavit, Gezi Notları: 11

Çin, ay takvimine göre bu pazarı pazartesiye bağlayan gece fare yılından öküz yılına giriş yapacak. Çinli işçiler, köylüler ve öğrenciler için iki hafta, memurlar için bir hafta sürecek olan tatil yolculukları başladı bile. Bu günlerde herhangi bir yere gitmek için araç bulmak imkansız. Gidecek araç buldunuz diyelim, dönmek için araç bulabilmeniz imkansız olacaktır. Geçen seneki yolcu dolaşımının sayısını bir yazımda belirtmiştim:” Çin'de her şey dev ölçeklerle tanımlandığı için bu sayıları artık çok bulmuyorum; hele bu Bahar Bayramı’nda kara yolu yolcu dolaşımının iki milyar kişiye yaklaştığını duyduktan sonra...”
Hatırladığım kadarıyla yolcu sayısı, uçak taşımacılığında Türkiye’nin nüfusu kadar, tren taşımacılığında da Türkiye nüfusunun iki katıydı. Bu bayram bu sayının daha da artacağını belirteyim. Hal böyle olunca Çin’deki karayolcuğum sırasındaki anılarımı ve gözlemlerimi kaleme almak istedim. Gerek kent içinde, gerekse şehirlerarası yolculuklarımda en basit ulaşım aracından en hızlısına kadar seyahat etme olanağı buldum. Gezilerim sırasında, Çin’deki araçların farklılığı, mesafelerin uzaklığı ve insan yoğunluğu yolculuk konusunu kaleme almamı sağladı. Bu yazım, o araçların günlük yaşam içerisindeki serüvenlerine bir bakışı içerecektir.

BİSİKLETLE YOLCULUK:
Pekin’e geldiğimde bisikletle ilgili ilk gözlemim bu aracın Çin’in ulusal aracı olduğuydu. Ancak, diğer kentleri dolaştığımda bunun sadece Pekin için geçerli olduğunu gördüm. Bisikletin popülerliği, kentin ekonomik durumuna (köyle ve işçi nüfusunun yoğunluğuna), coğrafi konumuna (düzlük veya tepelik olmesına), caddelerinin bisiklet yoluna tanıdığı olanaklara ve kentteki bisiklet servislerinin sayısına bağlıdır. Tüm bu maddelerin en geçerli olduğu kent Pekin’dir. Örneğin bu şartlar, Shanghai, Hong Kong, Makao, Kaşgar gibi kentlerde Pekin kadar uygun değildir. Shanghai’ın sokakları Pekin’inki kadar geniş değildir. Hong Kong ve Makao’nunki inişli çıkışlıdır, buralarda bisikletin yerini motosiklet almıştır. Kaşgar’ın yerel aracı ise 14.yüzyıl ressamı Mehmet Siyahkalem’in resimlerinde de tanık olduğumuz at ve eşek arabalarıdır.

Pekin’de sabah erken saatlerinde, örneğin 6.00-6.30’da kalkıp yola çıkarsanız buz gibi havada (ben genelde kışın Pekin’de olduğum için hep ayazdır) bisiklet yaya yollarının artık canlanmaya başladığını görürsünüz. Bazı bisikletlerin arkasında ilkokula veya anaokuluna götürülmek üzere bindirilmiş küçük çocuklar ve bisikleti süren annelerini görürsünüz. Bazıları uzak yerlerdeki işlerine gitmek için pedal sallayan işçiler, garsonlar, köylüler ya da üniversite öğrencileridir. Mallarını pazara, dükkana taşıyan esnaf da katılır bu sabah ayazı konvoyuna. Bazen de, o erken saatte evlerini taşıyan insanlardır. Bir bisiklete yüklenen eşyaları görmek şaşırtır insanı. Bir keresinde bu yüklerin içerisinde televizyon ve buzdolabı gibi eşyaları da görünce dehşete kapılmıştım. O eşyalarla bir bisikletin dengesinin nasıl sağladığını bir türlü kavrayamadım. Bisikletin kuşaklar boyunca kullanılmasından kaynaklanan genetik bir beceri olsa gerek. Kadınların da erkekler gibi güçlü pedal salladığına şahit oluyorum. Burada kalan bir Türk erkek arkadaşım bir gün kendisini geçen Çinli bir kadınla yarışa tutuşmuş. Pedallara olanca gücüyle asılmasına ve hırs yapmasına karşılık kadını geçememiş. İlginç olan ise, kadının bu yarıştan haberi bile olmaması ve bisikletini normal seyrinde kullanmasıymış.

Bir de Çinlilerin bisiklet kullanımları sırasındaki, oturma biçimleri, bisiklete biniş ve inişleri ilgimi çeker. Örneğin, bisikleti hareket ettirdikten sonra ata biner gibi biniyorlar. Hareket halindeki bisikletten tek pedal üzerinde ayağa kalkarak iniyorlar. Bisiklete binen çiftlerden arkada oturan (bazen erkek bazen kadın) bisiklet selesine yan oturarak yolculuk ediyor. İki eli cebindeyken veya uzun uzun telefon ederken bisiklet kullanmak ise oldukça olağan.
Elbette ki, bu kadar bisikletin olduğu yerde bisiklet parklarının görüntüleri de ilginç oluyor. Pekin Tsinghua Üniversitesi en büyük kampüse sahip üniversitelerden. Öğlen yemek yemeğe, yürüyerek ancak yarım saatte gidebiliyorum. Durum böyle olunca bisiklet zorunlu hale gelmiş (benim yok, hala yarım saat yürüyorum). Kampüste bisiklet parklarına büyük alanlar ayrılmış. Bu alanlardaki üstüste yığılmış bisikletlerin ilginç görüntüleri var. Birçok bisiklet ise üniversitede satılan aynı renk ve markadan. Bu kadar benzer bisikletin arasında sahipleri kendi bisikletlerini nasıl bulunur, o da ayrı bir merak konusu. Tabi ki hırsızlığa karşı kilit önlemi var. Kilit tasarımları ise çeşit çeşit, bisiklete sabitlenmiş olanlar, harici olanlar, uzaktan kumandalı olanlar vs.
Benim okulda olmasa da, evde bulundurduğum bir bisikletim var. Türkiye’ye kesin dönüş yapan bir arkadaşımın vitesli bisikletini alma gafletinde bulundum. Nereden bilebilirdim ki paralı bisiklet parklarında vitesli bisikletlerden yüksek park ücreti alınıyor. Diğer bir lüks tip ise elektrikli bisikletlerdir. Bisikletin aküsü bitince elektrik fişi olan bir parka ya da dükkana bisikletinizi çekip akünüzü doldurup yola devam edebilirsiniz.
Bisikletlerin önemli bir parçası da önünde olmazsa olmazı, alış veriş sepetidir. Bu güne kadar sepetsiz bisiklete neredeyse rastlamadım. Uzak bir yerde yaptığınız alış veriş sonrası bu sepet o kadar gerekli oluyor ki, Pekin’de sepetsiz bir bisikleti artık düşünemiyorum.

Pekin çok geniş bisiklet yollarına sahip. Gezdiğim hiçbir kentte bu kadar genişini görmedim. Bu yollara arabalar pek giremiyor, bu nedenle bisikleti rahat kullanabiliyorsunuz ve kaza ihtimali pek yok. Ancak, bir konuya dikkat etmek gerekli, bir çok bisikletin freninin çalışmadığını bir kaç deneyimden sonra anladım. Bir şeyi daha anladım ki, o da benim bisikletin frenlerinin de çalışmadığıydı. Bir kaç kaza geçirdikten sonra, frenlerimi oturduğumuz apartmanın hemen altındaki bisiklet tamircisine yaptırdım. Pekin’deki bisiklet servislerinden de bahsetmeliyim. Bisiklet parklarını işletenlerin hemen hemen hepsi aynı zamanda tamirci. Bisiklet ana arterlerinin yakınlarında mutlaka bisiklet servisleri bulabiliyorsunuz ve derdinize mutlaka çare buluyorlar. Sağolsunlar, bugüne kadar yolda hiç bırakmadılar.
Bisiklet (özellikle Pekin’de) gerekli olduğu kadar bana romantik gelen bir tarafı olduğunu da belirtmek istiyorum. Bu araç, kent ulaşımında gerçekten önemli bir rol oynamaktadır. Bu nedenle, bisikleti geleneksel Çin resminin en önemli konularından “Dört Centilmen”den birisi olan erik ağacı çiçeğine benzetirim.

ÇİN’DEKİ KARAYOLCULUĞU (TRAVELLING BY OVERLAND IN CHINA:2

*Caner Karavit, Gezi Notları: 11
ÇEK ÇEKLERLE (REN LI CHE) YOLCULUK:

Pekin’de ilk gezi mekanım olan Yasak Kent gezisi sonrası önümüze çıkan “pedallı çek çek”in yani Ren Li Che (insan gücüyle giden araç) sürücüsünün ısrarına dayanamayarak binmiştik. Bu çek çek, insan gücüyle çalıştığı için iki kişiyle yol alması oldukça zordu. Çek çeke bindikten bir müddet sonra sürücü kan ter içinde kalmıştı. Alışık olmadığımız bu manzara karşısında vicdanımız zorlanmaya başladı. Ancak, sürücünün geçim kaynağı buydu. Çek çekin içerisinde ikilemler arasında sıkışıp kalırken, çocukluğumda annemle gittiğimiz semt pazarı anılarım gözümün önüne geldi. Semt pazarı dönüşünde annem hamal tutardı. Ancak, iyi yürekli anam hamala çok ağırlık binmesin diye fileleri bana ve kendisine paylaştırırdı. Görüntüde hamal tutmuş olurduk. Eve gelince hamala evde güzel bir sofra kurup karnını doyurnadan göndermezdi. Hamal giderken de küfesine biraz sebze meyva atardı. Aslında, annemin hamal tutması ihtiyaçtan çok yardım amaçlıydı. Bizim çek çeke binmemiz de böyle bir şeydi aslında. İnsan dayanamayıp bir müddet sonra iniveriyor.

Bununla beraber, bu pedallı çek çeklerin aile tiplerini hep sempatik bulmuşumdur. Önde, genelde baba aracı sürerken arkada anne ve çocuk sırtları dönük olarak sohpet ede ede giderler. Bazen de, yaşlı çiftler biner çek çeklerine. Erkek olan ağır ağır pedal sallarken, kadın soğuğa karşı bacaklarını bir şalla örterek (yaşlılar pek sohpet etmezler) dalgın dalgın yoldan geçenleri izler.

Bu araçların motorlu olan ikinci türü ise “motorlu çek çek”lerdir. Bunların motor gücü bir mobilet motorunun gücü kadardır. Bu tür motorlu çek çekler engelli plakası taşırlar. Her yolu kullanma pratiğine sahiptirler, bisiklet yolunu da, araba yolunu da. Tasarım olarak bir çok kentte çok çeşitli tiplerine rastlamak mümkündür. Standart tipi haki renkli ve sürücü kısmı kapalı olanlarıdır.

Bazı motorlu çek çeklerin sahipleri araçlarına kendi tasarımlarını uygulamışlar ve ortaya ilginç tasarımlar çıkmış.
Bu araçların arkasındaki kapıyı açarak tek kişilik koltuğuna sırtınız şöföre dönük olarak oturursunuz. Motorlu çek çeklerin sıkışık trafikteki büyük avantajına karşılık bana riskli gelen olumsuz tarafı da vardır. Bu araçları cadde köşelerini hızlı dönerken hep tehlikeli bulmuşumdur. Eğer, şöförle sizin ağırlık merkezi yukarıdaysa ve araç hızlı dönüş yapıyorsa devrilmeniz işten bile değildir. Xi’an’daki gezimizin dönüşünde trenimizin kalkmasına çoz az bir süre kalmıştı ve trafik çok sıkışıktı. Trene yetişmek için tek çare olarak motorlu çek çekin birisine hiç tereddütsüz hemen bindik. Çek çekin cadde köşelerini hızlı dönme hareketine üç kez şahit olduk ve nasıl oldu da devrilmedik hala inanamıyorum. Bu arada, sürücünün cesaretine de hayran kaldım. Trafik ışıklarını pek takmadığı için doğrudan arabaların arasına da dalıveriyordu. Heyecanımızın arttığı bir anda kendimizi tren istasyonunda buluverdik. Sonuçta, bizi trene yetiştirmişti.

Bu iki tip çek çek sürücüleri, gecenin geç ve sabahın en erken saatlerinde metro çıkışlarında, otobüs duraklarının arkasında, tren istasyonu yakınlarında beklerler. Bu motorlu çek çeklerin bir işlevi de öğrenci servisi olmaları. Akşamları küçük öğrencileri okullarından alıp evlerine bırakarak bir hizmette bulunuyorlar. Onlar, tek tek yolcu taşısalar da, kentte yolda kaldığınız, trafikte sıkıştığınız bir anda yardımınıza yetişen, kent taşımacılığının maskotu ve vazgeçilmez araçlarıdır.

20 Ocak 2009 Salı

HARBİN: Buz Kent-1

*Caner Karavit, Gezi Notları:10

1.GÜN
Haritada horoza benzetilen Çin’in en kuzeyinde olan Hei Long Jiang yani Siyah Ejder Nehri eyaleti de horozun başına benzetilir. Eyalet, ismini Çin ve Sibirya’yı birbirinden ayıran ve Rusça ismi Amur olan nehirden alıyor. Bu eyaletin başkenti olan Harbin de horozun gözüne benzetilir. Her yıl yapılan buz heykel festivali ve Sibirya kaplanları ile ünlüdür. Bir başka özelliği ise Uzak Doğu’nun en geniş ormanlarına sahiptir. Harbin, çarlık Rusya’sı tarafından kurulmuş. Rusların burayla irtibatı 1897’deki Vladivostok-Harbin tren hattının açılması ile başlamış. Daha sonra,1917 devriminden kaçan Ruslar buraya yerleşiyor ve 1930’larda nüfusun yarısını oluşturuyorlar. Ancak, devrimden kaçan Rusları bir devrim daha bekliyor. 1949’da Çin’de de devrim gerçekleşip bu bölgenin Çin’e katılmasıyla, buradaki Ruslar başka yerlere kaçmışlar. Bu arada, bir başka kuşatma da1932’de ise Japonlar tarafından yapılmış.
Bir dönem, burada 33 ülkeden 160 bin yabancının yerleşik olduğu söyleniyor. Bir zamanlar, Paris’ten 7 günde gelen trenin ilk buraya uğraması nedeniyle, Çin’e modanın ilk girişi Shanghai ve Hong Kong’dan önce buradan olurmuş. Bu arada, Çİn’in meşhur birası olan Harbin birasının da Çin’in ilk birası olduğunu hatırlatmak isterim.
Kentin tren istasyonu bölgesi olan merkezine ilk indiğimizde bizi buzdan yapılmış bir kule karşıladı. Buzlar dünyasının yapıtlarıyla karşılaşmak üzere otelden hemen ayrılıp gezmeye başladık.

Zhongyang Da Jie:
Kent merkezinin batısında, Song Hua nehri’ne dik olarak uzanan sağlı sollu Rus tarzı binalarla çevrili yaya yolunun bulunduğu bu bölge, aynı zamanda açık hava mimarlık müzesidir. Bir zamanlar Küçük Moskova denilen bu yoğun klasik Rus mimarisinin bulunduğu bölgede çelişkiler de vardı. Bütün bu binaların cephelerinde KFC, Mc Donalt’s, Nike gibi bilindik ünlü firmaların tabelaları boy gösteriyor. Cadde boyunca ünlü klasik helkellerin buzdan yapılmış kopyaları yapılmış. Ancak, bu buz heykeller gündüz vakti hacimsiz bir etki yaratıyor. Heykeller kar yağdığında bazı bölgeleri karla kaplanınca bir hacimsellik kazanıyor. Klasik mimari dokusunun hakim olduğu bu bölgede, başarılı ışık kurgusu sayesinde, gece görüntüleri masalsı bir etki yaratıyor.

Caddenin en şık otellerinden birisi Modern Otel. Ancak, bu otel adı gibi modern değil. 1913 yılı yapımı olan otelin dışı klasik tarzda bir dokuya sahipti. Merakımızı gidermek üzere otele girip oda istediğimizi söyledik. İçi de dışı gibi klasik tarzda döşenmiş otelin Zhongyang Caddesi’ne bakan zevkli döşenmiş odaları en pahalı olanlarıydı. Ancak, bu fiyatların Türkiye şartları için pek pahalı olmadığını söylemem gerek(geceliği 1000 yüen’i biraz geçiyor). En popüler odalar ise, bazı ünlü şair ve yazarların kaldığını belirten levhaların kapılarına asıldığı odalardı.
Çekim yaparken kamerama takılan cepçiler yakalandıklarını anlayınca süratle ara sokaklara dalarken, insanlara kışın bu keskin ayazında neşeli ve sıcak atmosfer sunan kent dokusunu görüntülemeye keyifle devam ettim. Aslında, zengin bir kültürel coğrafyanın, insan yaşamı için en zor fiziki koşulları bile nasıl yaşanılır kıldığına ve varlığımız için ne kadar işlevsel özellik taşıdığına tanık olmak keyif verdi.

HARBİN: Buz Kent-2

*Caner Karavit, Gezi Notları:10
Güneş Adası

Song Hua Nehri’nin batı tarafında bulunan kar ve buz festivali mekanıdır. Her yıl yapılan bu festival bu yıl 10.sunu gerçekleştiriyor. Festival alanı 400.000 metre kare olup, dünyanın çeşitli bölgelerinden gelen sanatçıların yaptığı kar ve buz çalışmaları 100.000 metre küpü buluyor. Dünyanın bazı ünlü yapılarını da temel alan bu çalışmaların sayısı 30’un üzerinde. Bu yapılar asıllarının 1/3, 1/5 ölçülerinde yapılmış ve bazılarının içinde gezilebiliyor. Tamamen buzdan yapılan bu eserlerin buzları donmuş olan nehirden kesilmek suretiyle sağlanıyor. Artan küresel ısınma nedeni ile buzlar her geçen yıl giderek daha kuzeyden elde edilebiliyormuş. Güneş Parkı’nın içinde bu çalışmaların dışında kayma alanları, gösteri mekanları, kafe ve çayhaneler bulunuyor.

İlk gördüğümüzde bu boyutta yapılmış buzdan ve kardan çalışmalar bizi çok etkiledi. Üstelik, bunca emeğin her yaz eriyerek yok olması ve her kış yeniden yapılması işlemi, bizi, sanatta ve zanaatta emeğin geçicilik kavramı üzerine yeniden düşündürmeye itti. Bir kaç ay sonra geriye bir şey kalmayacağını bildiğiniz bir şey için kışın en sert soğuğunda büyük emekler vererek bir yapıt oluşturuyorsunuz ve sonrası hiç bir şey... Bu durum, eserin yaratıcısını yıldırabilir mi? Ancak, konuya farklı bir yönden bakarsak, sanatçıların kışın bu sert coğrafyada gerçekleştirdikleri masalsı (özellikle geceleyin) mekanın insanın morali üzerinde yarattığı müthiş etkiyi bilemiyor olmaları mümkün değil. Sanırım, sanatın toplum psikolojisi üzerinde oluşturduğu olumlu etkiler, eserlerin geçiciliğinin yaratabileceği yılgınlığı ortadan kaldırmaya yetiyor olsa gerek.

Gece olduğunda buzdan yapıtların içindeki rengarenk ışıkların yanmasıyla birlikte renkli bir çizgi film dünyasının içerisine düşmüş hissine kapıldık. Işıklandırma sistemi buz küplerinin içerisinde oluşturulan boşluklardan geçirilen kablo tesisatı ve floresanlarla sağlanmış. Buz yapıtlar, yaklaşık 50 metre küplük kütlelerin yığma sistemle birleştirilmesi ile oluşturulmuş. Karlı zeminden yansıyan ışıkların da katkısıyla, nefis lacivert bir renge bürünen gökyüzü, renkli ışık oyunlarının hareket kazandırdığı mekanlar için fotoğrafik bir zemin oluşturuyordu. Çevredeki kayma alanlarından gelen neşeli çığlıklar ve tüm alana yayılan klasik müzik, masalsı havayı iyice güçlendiriyordu. Masalsılığın bitmesini istemememize rağmen, ısırıcı soğuk ısı depolamamız için arada bizi uyarıyordu.

Soğuğun etkisini iyiden iyiye hissetmeye başladığımız bir andı ki, kendimizi acilen buzla kaplı renkli ışıklarla donatılmış bir yere attık. Meğerse bir gösteri mekanıymış. Dışı buzdan yapılmış, ama içi sıcacıktı. Buzdan duvarla mekan arasında ısı yalıtıcı olarak alçıpan kaplama yerleştirilmişti. Bir masaya oturup Rus dans grubunun gösterisini izlemeye başladık. Sıcak iyice gevşetmişti bedenimizi. Birer de Harbin birası içince yerimize mıhlandık adeta. Bir saat sonra, dışardan gelen neşeli çığlıklar yine dışarı, masal dünyasına doğru çekti bizi. Gece bitmesin istedik ama otele dönmemiz gerekiyordu artık. Masal dünyasının kapısından çıkıp önümüze çıkan ve nereye gittiğini bilmediğimiz bir belediye otobüsüne bindik.

HARBİN: Buz Kent-3

*Caner Karavit, Gezi Notları:10
Güneş Adası:




HARBİN: Buz Kent-4

*Caner Karavit, Gezi Notları:10
2.GÜN
Sibirya Kaplanı

Dünyada 700 adet kaldığı tahmin edilen bu cins kaplanların 300 kadarı burada. Burası dünyadaki en önemli üreme merkezi. Büyük bir alan içerisinde kafes telleriyle ayrılmış bölgeye minibüs ve otobüslerle giriliyor. Araç kaplanlara yaklaşınca yakından izlemeniz ve resim alabilmeniz için bekliyor. Hayvanat bahçelerinden ve dizilerden iyi tanıdığımız bu hayvanların gerçekten büyük ve iri olduğuna dibinize kadar yaklaştıklarında anlayabiliyorsunuz. Fakat, aracımızda belgesel filmlerin etkisinden kurtulamamış bazı Çinli ziyaretçiler, buğulu camlardan resim çekemedikleri için geniş aralıklı, pek güçlü görünmeyen kafes tellerine güvenerek camları açtılar. Üstelik rahat resim çekebilmek için kafes tellerinden ellerini de uzattılar. Sanırım kaplanlar toktu...

Bölgede sadece kaplanlar değil bir miktar arslan, pars, leopar da vardı. Bu kedigillerin içinde en ilginci, aslan ve kaplanın yapay yollarla birleştirilmesinden ortaya çıkan genetik karışımdı. Aslanın kafa yapısı, kaplanın da vücut özelliklerini taşıyan bu yaratığın canlı doğma olasılığı %0,1 imiş.

Bu gezinin en heyecanlı ve iç burkan kısmı ise bu kaplanların canlı avla beslenmeleri sahnesi idi. Canlı tavuk satıcısı kadından tavuk satın alan Çinli ziyaretçiler bir sırığa bağlı tavuğu kaplanlara uzatıyor ve tavuğu en yükseğe sıçrayan kaplan kaparak anında uzaklaşıp zavallı hayvanın içini büyük bir hızla boşaltıveriyordu. Bu durum, bazı batılı turistlerin sinirlerini bozup isyan etmelerine neden oldu.

Yemek faslının bir de canlı inekle yapılanları varmış. Biz görmedik. İnsanın vicdanını acıtan canlı hayvanla besleme yönteminin etiğini insan doğal olarak sorguluyor. Yetkililer kaplanın avlanarak beslenme tarzının doğal yaşamın bir parçası olduğunu savunuyor. Burası bir kaplan cinsinin üreme merkezi olduğuna göre, yapılanlar vahşet değil doğalmış. Aslında, kaplanın avını öldürme biçimine bakılınca, avı acı çekmeye fırsat bile bulamıyor. Kaplan işini biliyor ve anında avının canını alıyor.

Mezbahalarda insanoğlunun bir günde ne kadar hayvanın canını aldığını düşünürsek, kaplanların yediklerinin hesabı bile yapılmaz. Bizim kurban bayramlarında hayvanlara çektirdiklerimizi de unutmamak gerek. İnsanoğlunun sadece hayvanların değil, tarih boyunca kendi neslinden olan kitlelerin de canını aldığını düşünürsek (hele son günlerde kendi coğrafyamızın çevresinde olup bitenlere baktığımızda) vahşetin adı elbette ki Sibirya Kaplanı olmayacaktır.

HARBİN: Buz Kent-5

*Caner Karavit, Gezi Notları:10

Ayasofya Kilisesi:
Ruslar, gittikleri her yerde yaptıkları Ayasofya Kilisesi’ni burada da yapmışlar. 1907 yapımı kırmızı tuğlalı bu kilise sarmısak biçimli kubbeleriyle klasik Rus mimarisini temsil ediyor. Kilise, Zhongyang caddesine 15 dakikalık yürüme mesafesinde. Kilisenin bulunduğu büyük meydan çevresindeki mimari dokusu ve karla kaplı zeminiyle tam bir Rus etkisi oluşturuyor. Kiliseden gelen ve meydana yayılan klasik müziğin sayesinde kendinizi Çin kentinde değil, bir Rus kentinde hissettik.
İçeri girdiğimizde bizi, Çinlilerden oluşan kilise korosunun Xin Nian Kuai Le yani “yeni yılın kutlu olsun” şarkısı karşıladı bizi. Duvarlarda bilindik ikonalar, kilisenin geçmişteki görüntüleri derken, kubbeli tavanda bir şeyln hareket ettiğine şaşkınlıkla tanık olduk.

O şey her ne şey ise, başaşağı şekilde sanki yürüyor gibiydi. Kubbe çok yüksekte olduğu için seçmekte zorluk çektiğimiz şey, sanki uhrevi bir mucizeyle hareket ediyordu. Fotoğraf makinasının objektifini yakınlaştırınca mucizenin foyası ortaya çıktı. Miki fare biçiminde bir uçan balondu. Bir çocuğun elinden kaçmış olacağını tahmin ettiğimiz ve yukarıdaki hava akımıyla hareket eden bu balon, bizi ve bize katılan çevremizdekileri bir müddet meraklandırmıştı.

Song Hua Nehri:

1932’deki sel baskınında kenti 3 metre yüksekliğinde sel bastıktan sonra 42 kilometrelik set kurulmuş. Burası bir gezi alanına dönüşmüş. Bu alana Stalin Parkı deniliyor. Büyük sel sonrası bir sel anıtı yapılarak buraya dikiliyor. Anıtta, ellerinde bayraklarıyla sanki devrim önderliği yapan kahramanlar betimlenmiş. Ancak, bu kahramanların bu konumda selle nasıl mücadele ettikleri ise merak konusu. Her sene Song Hua Nehri buz tuttuğunda bazı ziyaretçiler buzu delerek nehir sularına dalıyorlarmış. Harbin’in yerlileri buzlu suya dalan bu yabancılara kahraman olarak değil “deli” olarak bakıyorlar. Tamamen donan nehrin üzeri, bir buz eğlence pistine dönüşüyor. Köpeklerin çektiği kızaklar, at arabaları, kızaklı bisikletler, buz kaydıraklar.

Bu seçenekler arasından en kapalı araç olan at arabası seçeneği daha mantıklı geldi bize. Ne de olsa akşam üzeriydi ve nehrin üzeri sıfırın altında 30 belki de 40 civarlarındaydı. Nehrin ortasına doğru ilerledikçe, artan keskin rüzgar, açıkta olan yüz ve ellerimizi adeta kesiyordu. Daha önce buna benzer bir soğuğu Moğolistan’da yaşamıştık. At arabasıyla nehir üstü gezimiz sırasında, karşıya geçmek için buzlanmış nehri yol gibi kullanan insanların beyaz boşluktaki siyah silüetleri etkili bir görüntü oluşturuyordu.

Nehir dönüşümüzde, daha önce girişindeki vitrinin cazibesine kapılarak gözümüze kestirdiğimiz bir Rus restoranına, Tatos’a gittik. Bir Rus kadının işlettiği, kırık dökük piyanosu ve ilginç tuvaletiyle sevimli bir atmosferi olan bir mekandı. Ismarladığımız ev şarabının miktarının ve alkolünün düşük olması hayal kırıklığı yarattı. İyi ki buraya gelmeden önce Rus votkası almışız. Memleket usülü yapıp şarabın içine kattık. İyi gelmiş, içimizi ısıtmıştı votkalı ev şarabı. Dışarı çıktığımızda çakır keyifliğimiz bir müddet gece ayazının ısırgan soğuğuna karşı direndi. Ama bir süre sonra soğuk galip geldi ve ayıldık. Sokak köşelerinde, kent sakinleri ölmüşlerinin ihtiyaçları olan para ve eşyaları öbür dünyaya göndermek için yaktıkları ateşi izlemeye dalmışlardı. Ateşin kıvrak hareketleri, onları geçmişteki hangi anılarına götürüyordu, bilinmez. Soğuk artmıştı. Ertesi gün dönüşümüz erken saatteydi. Otele dönmek üzere adımlarımızı hızlandırdık.

13 Ocak 2009 Salı

TURFAN (TURPAN):Kayıp Kentler 2

*Caner Karavit, Gezi Notları:9

Diğer uyuyan kent ise Yargun ya da Çince ismiyle Jiaohe iki nehir arasındaki bir platoda kurulmuş. Uygurlar efsanevi ilk yerleşimleri olarak tanımlıyorlar burayı. Bu kentte MÖ 1800 ve MÖ 260 arasında bulunmuşlar. Bu bölgede eskiden yaşayanların Toharca ve Türkçe konuştukları çeşitli kaynaklarda geçiyor. Ancak, bu bölge ile ilgili Çin ve batılı kaynaklar farklı bilgiler veriyor. Kent, Han hanedanı döneminde askeri bir garnizon olarak görev yapmış. Tang hanedanı döneminde ise bir Uygur kenti olan bu bölge zirveye ulaşmış.

Bu çöl kentini varlığını sürdürmesine neden olan mucizenin adı Karızlar ya da Çince ismiyle Kan er jing. Karız sistemi dört unsura sahip: yeraltı kanalları, kuduklar (yani kuyular), yerüstü kanalları ve barajlar. Karızlar, Yakun yani “Yanan Dağlar”dan gelen suyu yerin altından kente getiren kanalların adıdır. Yakun’a (Yanan Dağlar) isminin verilme nedeni ise, sıcak kahverigi ve turuncu renklere sahip olan bu dağların güneş ışıkları altında alev renklerine bürünüyor olmasındanmış. Hele sıcak günlerde çöldeki sıcak hava tabakasının neden olduğu titreşemlerle iyice alev görüntüsü oluşturuyormuş. Gerçekten de dağlar, insanın düş dünyasını fazla zorlamadan aleve benzetebileceği görünüşe sahipti.

Bu kanallar, çok sıcak olan yaz aylarında bölgedeki buharlaşma çok olunca, yer üstünden kente su ulaştırmanın imkansızlığı nedeniyle yapılmış. 2000 yıl önce yapımına başlanılmış Karızların toplam uzunluğu 5000 kilometre. Çin’in Çin Seddi’nden sonraki en büyük yapıtlarından. 2000 yıl öncesinin teknolojisiyle gerçekleştirilmesi mucize olan bir sistemle oluşturulmuş. Dağın altında biriken yeraltı sularını, belli bir eğimle kente kadar ulaştıran bilginin ne olduğunun sırrı bugün bile çözülemiyor. Karızların açılması sırasında çıkan toprakları atmak ve kazıcıların hava almalarını sağlamak için, yaklaşık 80 metrede bir, ilki 90 metre, sondaki ise 2 metre yüksekliğe sahip olan kuduklar açılmış. Yeryüzünden kanallara inen bu kudukların kanallara nasıl denk düştüğü ve 90 metreden 2 metre yüksekliğe kadar inen kanal eğimini nasıl sağladıkları henüz gizemini korumaktadır. Sohpet ettiğimiz bir Uygur kökenli üniversite hocası, bu sırrın çözümünün bir yağ kandilinde olduğunu söyledi. Çünkü, açılan her kuyunun içinde bir yağ kandili bulunmuş. Yapımı sır dolu olan Karızlar sayesinde, Taklamakan çölü üzerindeki Turfan kenti meyve ve sebzelerden yılda iki kez ürün alıyor.

Gece olduğunda, Gülizar’ın iki yıldır mesajlaştığı internet arkadaşlarıyla bir Uygur lokantasında oturak toplantısı için buluştuk. Bize ayrılan odada, internet arkadaşlarıyla yine bir yer sofrasında sazlı sözlü bir yemeğe oturduk. Gülizar’ın arkadaşlarından birisi geleneksel Uygur sazı olan “Dutar”ını da getirmişti. Şarkılardaki Türkçe ile aynı olan kelimeleri zaman zaman yakalayıp beraber söyleyince hoşlarına gidiyordu. Ancak, bu kadar sohpetten ve ortak şarkılardan sonra içlerinden birisinin bizi kastederek: “Bunlar İngiliz mi?” diye sorması gecenin tuhaflığı oldu. Yemek sonrası Urumçi’ye geri dönmek üzere arabaya bindiğimizde hepsi birden bizi yolcu etti. Araba hareket etmeden önce, Anadolu’nun küçük yerlerinde hala tanık olduğumuz “misafire sahiplenme” geleneğine burada da tanık olduk. Gülizar’ın arkadaşlarından birisi şoförün kulağına yanaşıp, dikkatli sürmesini, bizi otelimize kadar bırakmasını sıkı sıkı tembih etti. İyi ki de etmiş. Gece yolculuğumuz çölden geçen yolumuzun yoğun sisle kaplı olması nedeniyle oldukça zorluydu. Şoför çok dikkatliydi ve bizi sağ salim Urumchi’ye getirdi.

TURFAN (TURPAN):Kayıp Kentler 1

*Caner Karavit, Gezi Notları:9


Gansu Eyaleti’nden Xinjiang’a girdiğinizde diğer alışılagelmiş Çin kentlerinden farklı bir kentle karşılaşıyorsunuz. Budizm’den Manizm’e ve sonunda İslam kültürüne kucak açmış bu bölgede Çin’in hakimiyeti tam anlamıyla ancak 1877’de gerçekleşmiş. Turfan, İpek Yolu’nun Gansu bölgesinden sonra ikiye ayrılan hattının kuzey yönü üzerindedir. Bu eski kent, deniz seviyesinin 78 metre altında olup, dünyanın en derin karasal bölgesidir. Turfan’ın 50 kilometre dışındaki Aiding tuz gölü ise deniz seviyesinin 152 metre altındadır. Turfan çevresindeki kayıp kentlerle uyuyan bir çöl kasabasını andırır. Kavak ağaçları ve üzüm asmaları altında uyuyan bir kasabadır sanki.
Arkadaşımız Gülizar’ın rehberliğinde geldiğimiz Turfan’da bizi önce Tursun öğretmen karşıladı. Gülizar Urumçi’den internetle Xinjiang’da arkadaşlık ağları kurmuş. Tursun öğretmen ve sonra tanışacağımız Turfanlı Uygurlarla internette çok samimi olmuşlar. Tanışma faslından sonra, Bezeklik Mağaraları’na gitmek üzere Tursun öğretmenin tuttuğu bir taksiye doluştuk. Turfan’a gelmeden önce bahsetmişlerdi, buradaki tüm arabalara hayvan kokusu sinmiştir diye. Bölgenin geçimi hayvancılıktan sağlandığı için tüm arabalarla hayvan taşımacılığı yapılıyor. Bezeklik’e giden yolun son bölümü çok kötü idi ve yaklaşık bir buçuk saat sürdü. 6. ve 14. Yüzyıl Budizm ve Manizm’e tapınaklık yapan Bezeklik’in mağaralarından oldukça tahrip edilmiş dört mağarasını gezebildik. Alman arkeolog Albert von Le Coq 20. Yüzyıl başlarında buraya gelerek tonlarca duvar resmini sökerek Almanya’ya götürmüş. Özellikle Alman bilim adamlarının (bilim adamı demeye dilim varmıyor) bu bölgedeki tarihi eser tahribatı çok büyük.

Bezeklik sonrası hepimizin karnı açıkmıştı. Tursun öğretmenin davetiyle evine gittik ve hep birlikte yer sofrasında yemek beni çocukluğuma götürdü. Çocukken babam eve masa ve arkası muşamba kaplı sandalyeleri getirdiğinde tuhaf karşılamıştım. Çünkü o ana kadar evimizde ve başka evlerde yemeği hep yer sofasında yemiştik.
Bu nostaljik yemek sonrası bizi antik Gaochang kenti bekliyordu. Turfan çevresindeki uyuyan iki eski kentten birisi olan Gaochang ya da Uygurca ismiyle Karahoca, giderek kum yığınına dönüştüğü kalıntılarıyla ayakta durmaya çalışıyor. Çölün ortasındaki bu yalnız kent nedense, bana Nuri Bilge Ceylan’ın filmlerinden bazı kareleri hatırlattı. Bir zamanların görkemli kenti yıllar geçtikçe büyük bir kum saatinin zamanına gömülüyor gibiydi. Karahoca (Gaochang) MÖ 2. Yüzyılla MS 13. yüzyıl arasında varlığını sürdürdü. Çin’in ünlü efsanesinde, saf yürekli rahip Xuanzang Budist yazıtları almak üzere çıktığı “Batıya Yolculuk”unda buradan da geçmiş. Kendisini bu yolculuğu boyunca ünlü Maymun Kral korumuş. Eski kentin kapısından girer girmez bizi eşek arabasıyla Muhammet karşıladı. Gaochang’ı eşek arabasıyla gezmeye niyetli değildik ama Muhammet bizi ikna etti. Hep beraber Gaochang’ın eski sokaklarında sarsıntılı bir yolculuğa başladık. Arabadan inip kalıntıların arasında dolaşmaya başladık.

Türkçe’deki benzerlikler üzerine Muhammet’le sohpet ettik: “Siz müslümanız değil mi?”, “Ya sen namaz kılıyor musun Muhammet?” “Tabi beş kez”, “İçki içer misin Muhammet” “Arak mı? Ha arak ha?”. Muhammet günde beş vakit namaz kıldığını söylerken bize doğru buram buram pirinç rakısı kokuları geliyordu. Geri dönmek için Muhammet’in arabasına bindiğimizde eşeğine İngilizce komutlar verdiğini duyduk: “İşek stop”, “İşek go”. Merak edip sordum: “Muhammet bu işek Çince bilmez mi?” “Yak (yani yok)”, “Peki Uygurca bilmez mi” “Yak, bu işek sadece İngilizce bilir”. Sadece İngilizce bilen cahil bir eşekle yolculuk etmiştik.
Bu kentin mezarlığı ise Astana Mezarlığı’ydı. Astana mezarlığı 3. Ve 7. yüzyıla tarihlenir. Bu bölgenin meşhur kuru havası (gezimiz sırasında ellerimizin, yüzümüzün ve dudaklarımızın çatlamasına neden olan) cesetlerin bedenlerinin, elbiselerinin ve bazı yiyeceklerin bozulmadan kalmasını sağlamış. Aradan 13 yüzyıl geçmesine karşılık çürümeler yeni yeni başlamış. Mezardaki cesetlerin saç ve tırnakları duruyor. Hatta yetkililerin söylediğine göre bazı cesetlerin saç ve tırnaklarında biraz uzama tespit edilmiş. Bu mezarda fosilleşmiş bir mantının bulunmuş olması da ayrıca şaşırtıcıydı. Mezarlığın en romantik görüntüsü beraber gömülen karı koca olmalıydı. Yeraltındaki mezarların duvarlarında Tang Hanedanı döneminden resimler var.