13 Kasım 2008 Perşembe

URUMÇİ (URUMCHI): Kültürel harmanların başkenti

*Caner Karavit, Gezi Notları 8:

İki bin yıl öncesinin İpek Yolu kuzey rotasının önemli bir merkezi olan, Xinjiang Özerk bölgesinin Urumçi kentine Pekin’den yaklaşık dört saatlik bir uçuşla vardık. Bugün İpek Yolu’nun bir merkezi olma özelliklerinden bir belirti taşımayan Urumçi’nin merkezi normal bir Çin kenti özelliği taşıyor. Kentte zaman zaman 50’lerden kalma Rus mimarisinden örneklere de rastlayabiliyorsunuz. Urumçi’nin anlamı Moğolca’dan kaynaklanıyor: “Güzel Otlaklar”. İki milyonluk nüfusa ve çok etnik kökenli bir yapıya sahip olan bu kentte, Han, Uygur, Hui, Kazak, Kırgız, Özbek, Rus milliyetlerine mensup halklar yaşamakta. Burası, Han milliyeti oranının daha fazla olması nedeniyle Uygurların Çince öğrendiği bir kent. Xinjiang’ın diğer kentlerinde Uygurlar daha çoğunlukta olduğundan oradaki Çinliler Uygurca öğreniyormuş. Otelimize adım attığımız andan itibaren ise, bu coğrafyadaki en geçerli dilin kendi ana dilimiz olduğuna şahit olduk. Bir İngiliz’in veya ABD vatandaşının dünyanın herhangi bir yerine gittiğinde, başka bir dile gereksinim duymadan kendi diliyle derdini anlatmasının nasıl bir duygu olduğunu burada daha iyi hissettim. Xinjiang Özerk Bölgesinde batı dilleriyle derdinizi anlatmanız olanaksız. Oteldeki konuşmalara kulak kabarttığımızda ya Azerice ya Uygurca ya da Özbekçe’yi işitiyor ve anlama oranlarının değişkenliğine rağmen, genel olarak hepsini anlayabiliyorduk. Bir Uygurla bir Azeri’nin konuşmalarına rastladığımızda, Azeri’yi neredeyse tamamen, Uygur’un konuşmalarının ise çoğunu anlayabiliyorduk. Ya da, bir Özbekle Kazak’ın konuştuğunda, Özbek bize daha anlaşılır gelirken, Kazak’ı anlamakta biraz güçlük çekmekle birlikte konuyu genel olarak kavrayabiliyorduk. Sanki “Yıldız Savaşları” filmindeki gibi, ayrı gezegenlerden gelip bir araya toplanmış aynı dili konuşan insanlar gibiydik. Bizim Türkiye’den geldiğimizi genelde anlıyorlardı: Türk dizilerinden. Bir gün, asansörde konuşmalarımıza kulak kabartan iki Özbek gençten birisi bize dönerek “Türkiye” dedi. Biraz sohpet ettikten sonra asansörden çıkarken “Kurtlar Vadisi” diye bağırdı. Xinjiang’da Türk televizyonları izlenemiyor. Ancak, Türk dizilerini vcd ve dvd’lerden izliyorlar. Bu dizilerden en popüler olanı “Kurtlar Vadisi” (ne yalan söyleyeyim bu diziyi hiç izlemedim), ikincisi ise “Anadolu Yakası”. Bir dahaki gelişimiz için birçok dizi cd’si şiparişi aldık.

Ayağımızın tozuyla bir Uygur düğününe davet edildik, tam da istediğimiz bir şeydi. Keyifli olacağı belliydi. Düğün salonu bizim düğün salonlarımızın tarzında, ama daha şatafatlı ve süslüydü. Yemeklerle birlikte müziklerde başladı. Müzik sıralamaları bizdekilerin aksine tam kararındaydı. Bütün oyun havalarını, romantik veya kasvetli müzikleri ardarda yığmamışlardı. Coşkulu bir oyun havası, ardından romantik dans müziği sonra da profesyonel dans gösterisi. Müzik arasında her iki aile sahnede toplanıyor, büyükler önde oturuyor, gençler arkada ayakta duruyor ve öylece fotoğraf çektiriyorlar. Xinjiang’ın saygın bir ismi arkalarında günün önemine değin konuşma yapıyor. Bu önemli kişi daha sonra bizim masamıza oturdu. Bizi davet eden kişi Xinjiang Özerk bölgesi’nin önemli resmi bir mevkide bulunduğu için, bir süre sonra masamız önemli kişilerin toplanma mekanı oldu: Ünlü bir sanatçı, üst düzey devlet görevlisi, sanat merkezi başkanı, gardiyan, kocası kendisine yakıştırılmayan bir bayan, bir de Zeki Alasya’nın esmeri vardı ama kimdi hatırlamıyorum (içkili zamanıma denk düşmüş). Elbette ki, bu önemli masanın oluşumunda Türkiye’den gelmiş olmamızın da payı vardı. Sıra oyun havalarına gelince Trakyalı’lığım tuttu. Ancak, sahneye çıkan kadın ve erkek Uygurların hepsi o kadar iyi oynuyorlardı ki sahneye çıkmak pek kolay değildi. Sonuç olarak, sahneye çıktım ve ülkemi elimden geldiğince iyi temsil ettim. Profesyonellerin gösterisi ise gerçekten çok iyi idi.

Halk oyunlarını yorumlayan grup ve akrobasiyle Uygur dansını sentezleyen dansçı kızı büyük bir keyifle izledik. Sonradan Xinjiang’ın tüm kentlerinin reklam afişlerinde resmini göreceğimiz ünlü şarkıcı Mahmut da sahneye çıkıp şarkı söyledi. Oyun havaları çaldığı sırada, Uygur arkadaşlarının ısrarlarına dayanamayıp sahneye çıkan Han kadın ve erkekleri bu işi gerçekten kıvıramadılar. Bu coğrafyanın eski evsahipleri Tokharlar ve Yutianlar Çin’de dans ustaları olarak bilinirlermiş. Kuçalar (Qiuci) ise müzikte ustaymışlar. Kuçaların beş makam yedi notasına karşılık, bugün Uygur müziğinin Maddi Olmayan Dünya Mirasları Listesi’ne giren ünlü on iki makamı bölgenin kültürel zenginliğine işaret etmektedir. Bölgenin geçmişinin harmanlanmış bir kültüre sahip olması sayesinde, günümüzde özellikle dans, müzik ve gösteri alanında bunların yansıması devam ediyor. Binlerce yıldır harmanlanan bölgenin kültürel coğrafyasına, Türk kavimleriyle birlikte, Sogdlar, Kuçalar, Doğu İran kavimleri, Hint kökenliler, Tibetliler, Sakalar/İskitler, Çinliler katkıda bulunmuşlar. Bölgede Ural-Altay dilleriyle birlikte Hint-Avrupa dillerinin ve Çince'nin konuşulması bölge dilinin de harmanlanmasına yol açmış.
Düğünü en son bizim masadakiler terketti. Dışarısının soğuğuna aldırmaksızın biraz da içkinin tesiriyle sarmaş dolaşlı ayrılık merasimi biraz uzunca sürdü. Uygur oyunlarının yorgunluğu sonrasında nihayet Türki Cumhuriyetleri otelindeydik.
Ertesi gün, sokak aralarındaki tezgahlarda bulunan yiyecek, giyecek ve diğer malların yöreye ait özelliklerine tanık olduk. Çeşitli kuruyemişlerden en çeşitli ürüne sahip olan kuru üzümdü. Tam mevsimine denk geldiğimiz üzümün haki yeşil, turuncu, kahverengi tonlardan oluşan türleri tezgahlarda iştah açıyordu. Diğer tezgahlarda sergilenen açıkta asılı etlerin hiç kokmaması ise, yörenin çok kuru havaya sahip olmasından kaynaklanıyor sanırım. Bunun en açık örneğine Xinjiang Müzesi’nde rastladık. Müzede sergilenin mumyalar neredeyse yüzyıllarca bozulmadan günümüze dek gelmişler. Bu kurak hava sayesinde mumyalar bozulmamıştı ama ellerimiz ve dudaklarımız çatlamıştı. Xinjiang olur da kebap olmaz mı? Özellikle tezgahların olduğu sokaklar, resmen dumanaltıydı. Sokak aralarındaki tezgahları dolaşırken, ilk olarak burada, dayak atmayı acilen öğrenmek için, döğüş sporları malzemesi satan bir işporta tezgahı gördüm.

Buradan ileriye yürüdüğümüzde Kaşgar mimarisinden esinlenerek yapılmış Büyük Çarşı karşımıza çıkıyor. Çarşıdaki yapılar için, Çin mimarisi yerine Xinjiang mimarisini tercih etmişler. Bana kalırsa hoş bir yorum olmuş.
Bu arada, gerek lokantalarda gerekse misafirliğe gittiğimiz evlerde her seferinde bulabildiğimiz ve Pekin’deyken çok özlediğimiz yoğurdu doya doya yedik.
Urumçi’den ayrılış vakti geldiğinde ise tren garında oldukça kalabalık vardı. Çevre bölgelerden gelen tüm pamuk işçileri artık memleketlerine dönüyormuş. Çukurova’yı anımsattı bana.

11 Kasım 2008 Salı

KAŞGARLI MAHMUT (MAHMUD KASHGARI): Doğumunun 1000. yılı

* Caner Karavit, Müzeler: 3


İpek Yolu’nun Çin sınırları içindeki son merkez noktası olan Kaşgar’daki ünlü bilgin Kaşgarlı Mahmut’un (1008-1102) türbesini ziyaret etmemek olmazdı. Özellikle doğumunun 1000. yılında daha da anlamlı olacağını düşünerek, Kaşgar’ın 45 km. uzağındaki Opal kasabası Azık Köyü’ne doğru yola koyulduk. Kaşgar’ın İç Anadolu’ya benzeyen çorak çoğrafyasını geçerek Kaşgarlı Mahmut’un türbesinin bulunduğu müze alanına girdik. Tam karşımızda heybetle duran Kaşgarlı’nın heykeli altında 15- 16 yaşlarındaki bir Uygur kızı çömelmiş bir şeyler yazıyordu. Heykelin çalılıklar arasında kalan kaidesi tarafından ise bir erkek sesi geliyordu. Yaklaştığımızda heykelin kaidesindeki yazıyı okuyan bir gençle karşılaştık. Sonradan Uygur kızının ağabeyi olduğunu öğrendiğimiz genç çalılıkların arkasına geçerek kaidenin üzerindeki yazıyı okuyor, genç kız da bunları not alıyordu. Daha sonra % 60-70 anlaşabildiğimiz ortak kökenli dilimiz sayesinde bu Uygur gençlerle kaynaşıp beraber dolaştık. Sağolsunlar, müze alanında merak ettiğimiz yazıları çevirerek bize rehberlik yaptılar."Okuyana mutluluk ve doğru yolu getirsin" diye kitabına Kutadgu Bilig ismini koyan ünlü edebiyatçı Yusuf Has Hacib ile çağdaş olan Kaşgarlı’nın asıl ismi biraz uzun: Mahmut Binni Hüseyin Binni Muhammedul Kaşgari. Kaşgarlı Mahmut Karahanlı Devleti’nin aristokrat ailelerinden geliyor. Kendisi Saciye ve Hamidiye Medresesi’nde eğitim gördükten sonra o zamanki en büyük İslam merkezi olan Bağdat’a gidiyor. Burada 1074 ve 1076 yılları arasında meşhur eseri ilk Türkçe sözlük olan Dîvânü Lugati’t-Türk’ü yazıyor. 7500 kelimelik bu eser; tarih, astronomi, askerlik, yemek, bilim, tıp, mimari gibi konuları içeriyor. Ayrıca, dönemin Türk dünyasının haritasına da yer veriyor eserinde.

Dünyada ilk defa Japonya'yı gösteren haritanın Türkçe açılımı ise, aşağıdaki numaralandırılmış haritada gösterilmektedir:
1. Bulgaristan 2. Hazar Denizi 3. Rusya 4. İskenderiye 5. Mısır 6. Taşkent 7. Japonya (yeşil yarı çemberle suyla çevrili olarak gösterilmiş) 8. Çin 9. Balasaghun-Dünya’nın merkezi (bugünkü Kırgızistan’da kalıntıları bulunan eski kent) 10. Kaşgarlı Mahmut’un doğum yeri (Kaşgar-Opal) 11. Semerkand 12. Irak 13. Azerbaycan 14. Yemen 15-18 Afrika 15. Doğu Somali 16. Doğu Sahara 17. Ethopya 18. Kuzey Somali 19-22 Hindistan yarım adası 19. Indus Nehri 20. Hindistan 21. Seylan adası and Hz. Adem'in ayak izi (Hz. Adem’in cennetten kovulduktan sonra sürgün yaşadığı düşünülen ada, bugünkü Sri Lanka) 22. Kaşmir 23. Gog ve Magog (yöneticileri sıra dağlarla dünyanın dışına surlar örmüş, kötü gücü temsil eden bir ulus) 24. Dünya ve onu çevreleyen denizi.

Bu eseri, Sovyetler Birliği’nden, Almanya’dan, İngiltere’den, Japonya’dan bir çok bilim adamı incelemiş. Çin Halk Cumhuriye’ti üç ciltlik eseri 1980-84 yıllarında Uygurca, 2000 yılında ise Çince olarak yayınlamış. Yerel yönetim 1953 yılının parasıyla 40.000 RMB harcayarak türbeyi onarmış. 1983 yılında burası Ulusal Kültür Mirasları’nın üst derecede korunacaklar listesine alınmış.

Burayı Türkiye’den resmi anlamda ilk ziyaret eden Devlet Bahçeli olmuş. Bu sene Kürşat Tüzmen gelerek bu müze alanının düzenlenmesi ve tekrar onarılması için söz vemiş. Umarım sözünü tutar, çünkü müze alanın durumu pek iyi değil. Genç rehberlerimizle dolaşmaya ve karşılıklı zaman aşımına uğramış olan ortak kelimeleri yakalamaya devam ettik. Bu çabalamalar sırasında kendimizi kelime oyunu oynar gibi hissediyorduk: “Buna ne diyorsunuz? Mazar mı? Okşaş (benzer) biz de mezar diyoruz” “ Ya buna ne diyorsunuz? Kabir mi? Aynı, aynı”. Bu müze alanının bir ilginç bölgesi de mezarlık alanıydı. Tamamen topraktan şekillendirilmiş mezarlar, bu coğrafyanın zorunlu malzemesinin olanaklarının son noktasına kadar kullanıldığını gösteren örneklerden sadece birisiydi: kaleler, evler, tapınaklar, fırınlar, heykeller neredeyse herşey topraktan yapılmış.

Ama toprak yapılar çok uzun süre doğa koşullarına direnememiş. Kaşgarlı’nın eğitim verdiği medreseden geriye sadece bir toprak tepe kalmış. İçinden küçük bir derenin aktığı, öğlen sıcağında gölgenin toprak tepeciklerin eteğindeki küçük mağaralara sığındığı, kapısı kilitli müze ve kapalı yapıların terkedilmişlik hissini kuvvetle yaydığı bu mekanda hüzün hakimdi.

Biz, Kaşgarlı Mahmut'un ölümünden sonra öğrencilerinin yaptırdığı türbeyi geride bırakırken, uzaktan el sallayarak bizi çağıran Uygur kızı ağabeyinin okuduklarını not almayı bitirmişti belli ki. Bizim ayrılık vaktimiz gelmişti artık. Tekrar Kaşgar’a dönmek üzere yola koyulduk. Yolda aracımızın üstüne üstüne at arabalarını süren Kaşgarlılar, ana caddenin varlığına rağmen çok eski zamanlardan kopup gelmiş gibiydiler.
Not: Kaşgarlı Mahmut'un doğumunun 1000. yılı nedeniyle, 24-28 Kasın 2008 tarihleri arasında Pekin'de sempozyum düzenlenecektir.

22 Ekim 2008 Çarşamba

YUNGANG MAĞARALARI (YUNGANG GROTTOES)-2

*Caner Karavit, Müzeler Dizisi:2






Resim açıklamaları:
1) Yungang Mağaraları'nın bir kısmının görünüşü,
2) 19. mağaradaki 16.8 metrelik oturan Sakyamuni,
3) 12. mağaradaki müzisyen yontuları,
4) 16. mağaradaki Tanyao Mağaralarından birisi,
5) 15. mağaradaki On Bin Buda Mağarası,
6) 13. mağaradaki duvar resmi,
7) 11. mağaradaki Sakyamuni Budası,
8) 9. mağaradaki Buda tasvirleri,
9) 20. mağaradaki Trikala Budası,
10) 3. mağaradaki Buda heykel

YUNGANG MAĞARALARI (YUNGANG GROTTOES)-1

*Caner Karavit, Müzeler:2

Çin'in tarihi Datong kentinin 16 kilometre batısında yer alan Yungang Mağaraları'na ulaşmak için yola koyulduğumuzda, sabahın erken saatleriydi ve oldukça ayazdı. Kömür madeninde çalışan işçilerin yerleştikleri bölgenin içinden geçerek mağaraların bulunduğu yere ulaştık. 2001 yılında Dünya Kültür Mirasları listesine giren Yungang Mağaraları, Çin'in en muhteşem taş oyma eserlerinin bulunduğu üç mağarasından birisiydi. İçeri girmek için bilet alma girişiminde bulunduk, ama bilet gişesi görünürlerde yoktu. Çin'deki bazı müzelerde olduğu gibi, Yungang'ın da bilet gişesi asıl girişten 200-300 metre uzaktaydı. Bu durumu, müzeyi biraz daha meraklandırmak için özellikle yapılan bir uygulama diye düşünmüşümdür (iyi niyetimle)...
Burası, Kuzey Hanedanı döneminde 40 bin işçinin 70 yıldan daha az bir sürede mağaralara oyduğu 51 bin heykelden ve resimlerden oluşmuş açık müze alanıdır. Yan yana sıralanmış mağaraların uzunluğu neredeyse bir kilometreyi bulmaktaydı. Sanırım, Çin Seddi ve Xian'deki Yeraltı Ordusu'ndan sonra en çok işçinin ve zanaatçının çalıştığı yerdi burası. Çin'de her şey dev ölçeklerle tanımlandığı için bu sayıları artık çok bulmuyorum; hele bu "Bahar Bayramı"nda kara yolu yolcu dolaşımının iki milyar kişiye yaklaştığını duyduktan sonra...
Tarihsel kayıtlarda birçok isimle anılmasına karşılık bu mağaraların Ming dönemine kadar ismi, genel olarak Wuzhou Shan mağara tapınağı olarak anılmış. Ancak Ming döneminin sonlarından itibaren Yungang olarak adlandırılmıştır.
Yungang'ın 254 kayıtlı mağarası olmasına rağmen, izlenmeye uygun olan 40 kadarını görebilecektik. Mağaralardaki eserleri biçimsel ve tarihsel açıdan ilk, orta ve son dönem olarak ele almak gerekiyordu. Aslında, sıraya göre gezmek daha mantıklıydı. Ama, Yungang Mağaraları'nın girişinde karşımıza ilk olarak beşinci ve altıncı mağaralar çıkmıştı. O soğukta hiç de sırayı takip edecek durumda değildik ve gezmeye bu orta döneme ait mağaralardan başladık. İlk izlenimimiz orta dönem eserlerin şatafatlı ve titiz oyma işçiliğine sahip olduğuydu. Bu arada, Yungang Mağaraları'ndaki figür tarzının Çin'de bir başlangıç oluşturduğunu da öğrenmiş olduk. Beşinci mağaranın en önemli özelliği, tüm Yungang Mağaraları içindeki en büyük Buda heykelini, 17 metrelik oturan Buda'yı barındırmasıydı.

Mağaraya girer girmez, bu dev Buda insanın üzerinde garip bir etki yaratıyordu.
Şunu da belirtmeliyim ki, bu mağaradaki, broşürlerde pek bahsi geçmeyen duvar resimlerinin farklı tarzlardaki figürlerini izlemek de doyumsuz bir ziyafetti.
Orta dönem olarak tanımlanan mağaralar Hint ve Çin sanatının karışımıydı. Mağaralardaki oymaların özellikle bu dönemde görülen silah, müzik aleti ve elbiselerde Pers, Hint hatta Yunan ve Roma etkilerini görebiliyorduk. Doğu ve batı kapılarındaki bitki motiflerinin ince işçiliğini ve farklı sanatsal geleneklerin kaynaşmasını görmek, çağın farklı kültürel etkilerini yansıtması açısından gerçekten özel bir bilgilendirme olmuştu.

Örneğin yedinci ve sekizinci mağaralardaki Hint tanrıları beş yüzlü, altı kollu Şiva ile üç yüzlü, sekiz kollu Vişnu, birer Çin figürleri olan kartala ve boğaya binmişlerdi. Asya'nın bu iki kadim ve güçlü kültürünü bir arada görebildiğimiz için tam anlamıyla "gözlerimiz bayram etmişti".
Kuzey Hanedanı, Budizm'in ilk başkenti Datong'u birçok Budist tapınma mekânıyla donatmış. Daha önce diğer mağaralarda çalışmış deneyimli sanatçılar Yungang'daki sanatçılara yardım etmek üzere buraya getirilmiş.
16. mağaradan 20. mağaraya kadar olan ilk dönem mağaralarda heykeller diğerlerine göre daha devasa ve sıradışı Buda tasvirleriydi. Boyları 13.5 ve 16.8 metre arasında değişiyordu ve gerçekten etkileyiciydiler. Bu boyut, Budist bir dindar için ne kadar tanrısal bir etki yaratıyorsa, benim için de bir heykeltıraşın böylesi büyük oranlara hakim olması, o kadar hayranlık uyandırıcıydı. Bu mağaraların ilk yapım hikâyesini de ilginç bulmuştum. Söylentiye göre, Kuzey Hanedanı imparatoru, dönemin ünlü Budist rahibi Tan Yao'yla tesadüfen karşılaşır. İmparatorun atı rahibin cübbesini yakalar ve bırakmaz. İmparator da, "Atlar iyi adamdan anlar" diyerek, rahibin tüm ülkedeki Budist etkinliklerin yöneticilerinden biri olmasını ister. Rahip, bugünkü Wuzhou Dağı'nın en üst kayalıkları olan Yungang Mağaraları'nı tapınak alanı olarak seçer. Böylece, imparatorun dua etmek için çıktığı bu yerde büyük bir mağara tapınakları projesi başlatılır. İlk beş mağara bu yüzden onun adıyla "Tan Yao mağaraları" olarak anılmış.

Bu beş mağaradaki Buda heykelleri için, Kuzey Hanedanı imparatorlarının kendisi olduğu söyleniyordu. Her bir hükümdarın yüzü Buda heykellerine uygulanarak, imparatorların kutsal ve dünyevi şeylerin yöneticileri olduğu vurgulanmıştı. Böylece imparatorlar, kendilerini Buda'nın yeniden dünyaya gelmiş bedenleri olarak kabul ettirmiş. Bu da Kuzey Wei Hanedanı'nda Budizm'in devlet dini olarak simgelendiğini göstermekteydi. Baksanıza! Kuzey Hanedanı yöneticileri az kurnaz da değilmiş! Halkı üzerindeki etkisini güçlendirmek isteyen yöneticiler buna benzer taktikleri bugün hala kullanıyorlar.
Bizi şaşırtan ve etkileyen bir başka mağara 15. mağaraydı. Adı "On Bin Buda Mağarası" olarak da geçen bu mağarada gerçekten de on binden fazla küçük Buda heykeli vardı.

Dışarıdan gelmiş bile olsalar, Çin'deki sanat ortamının bu sanatçılara nasıl bir sabırlılık karakteri kazandırdığına bir kez daha tanık olmuştum. Çin'e ilk geldiğimde yapmış olduğum çalışmalardaki acelecilik, zamanla yerini sabırla üretmeye bırakmıştı. Sabır deyince aklıma, Türkiye'nin Konya iline yapmış olduğum bir gezi geldi. Kentteki Mevlana Türbesi'nde tavana asılı, içinde daha küçük iç içe kürelerin oyulduğu futbol topu büyüklüğünde bir mermer küre vardı. Adı "sabır taşı"ydı. Eserin ustası bu küreyi içindeki kürelerle birlikte tek bir parça taştan 13 yıl sabırla oyarak bitirmiş.
Geç dönem mağaralarından edindiğimiz izlenim, Çin tarzı mimari ve süsleme etkilerinin daha belirgin uygulandığı ve Çin sarayı tarzı oymaların Buda heykellerine yansıdığıydı. Çoğu mağaradaki oyma eserlerin Kuzey Hanedanı'ndan kalmış olmasına karşılık, 3. Mağara Sui ve Tang hanedanları döneminde yapılmıştı. Kuzey sonrası geç döneme ait bu mağaradaki heykellerde renk kullanılmamıştı ve baştan aşağı yumuşak bir tarzla betimlenmişti. Figürlerin hacimselliği daha bir ustalıkla işlenmişti.
Yungang Mağaraları'ndaki heykel ve resimler 1500 yıl boyunca, aydınlar ve memurlar sınıfına yakın olan Konfüçyusçular tarafından batıl inancı yansıtan bir çizgi roman gibi değerlendirilerek hor görülmüş. Çünkü, oymalar yabancı bir din olan Budizm'e dayandırılarak yapılmıştı. Bu nedenle, dikkate alınmamış ve gözardı edilmiş. Ta ki, 1903'te Japon akademisyenlerce incelenmeye başlayıncaya kadar... Bu tarihler sonrası, acımasız Batılı sanat tacirlerinin iştahını kabartan Yungang Mağaraları'ndan, ne yazık ki 1400 kadar Buda kafası Çin'in dışına kaçırılmış. Bizim ülkemizin de defalarca başına gelen bu tür talihsiz olayları, tekrar duymak keyfimizi kaçırıyordu.
Yungang ve diğer Kuzey dönemi mağaraları, kim nasıl yorumlarsa yorumlasın (batıl inancın ürünleri olarak, çizgi roman benzetmesiyle olarak vs.), gözardı edilmesi mümkün olmayan yapıtlardır. Ve bu yapıtlar, Çeşitli Hanedanların Çin’in zengin kültürel coğrafyasına hediye ettiği dünya kültürel miraslarıdır.
Mağaralardan ayrılıdıktan kısa bir süre sonra yine kömür madeni bölgesine geldiğimizi gösterin kararmış bir coğrafya karşıladı bizi. Kömür madencilerinin kaldığı barınakların yola bakan kısmı duvarla örülmüştü. Yerleşim mekanları görülmüyordu. Herhalde Kamyonlardan dökülen kömür tozları yerleşim mekanlarına ulaşmasın diye örülmüş bir duvardı. Mahalle aralarına girdik. Dunhuang mağaraları kurtulmuştu ama, duvara rağmen madencilerin yerleşiminde kömür tozlarının neden olduğu bir karaltı vardı. Maden alanına ulaştık, bir kaç işçi dışarıda çalışıyordu herhalde geri kalanların hepsi madendeydi. Akşam Datong'a dönerken, maden bölgesinden gelen yüzlerce bisikletli yolu kaplamıştı. Başlarında madenci miğferleriyle, kararmış yüzlerinde sadece beyaz dişleri ve gözlerini görebildiğimiz madenciler evlerine dönüyordu.

17 Ekim 2008 Cuma

TAŞ YAZITLAR ORMANI (STONE FOREST MUSEUM)-2







Resim açıklamaları:
1) Kaplumbağa altlıklı taş yazıt
2)Huifu Tapınağı tableti, yükseklik: 249 cm. (488)
3) Sarı Nehir'in taşmaları konusunda bilgilendirme tableti, 16.yüzyıl
4)İsyancı Zhang Hualong'a anıt tableti, 1910
5) Çinli usta tarafından tabletten tıpkıbasım alınıyor,
6) At bağlama taşları,
7) Kaligrafi sanatçılarından tablete kazılmış bir örnek,
8) Bir tablet başlığı,
9)Uzun ömrün simgesi Kaplumbağa altlıklı taş yazıtlar,
10) Kapaklı taş mezar,

TAŞ YAZITLAR ORMANI (STONE FOREST MUSEUM)-1

*Caner Karavit, Müzeler:1

Xi’an kent surlarının kenarından Shuyuanmen Caddesi'nin sonuna (yani doğusuna) yürüdüğümüzde, nihayet çok merak ettiğimiz "Taş Yazıtlar Ormanı"na yani müzesine vardık. Bu müze kent duvarlarının güney kapısına yakındı. Bu arada, güney kapısına tren garından 232 nolu otobüsle gidildiğini belirtelim hemen. "Taş Yazıtlar Ormanı Müzesi" 1087'de Kuzey Song Hanedanı (920-1127) döneminde yapılmış ve dönem boyunca Konfüçyus Tapınağı olarak kalmış. Shaanxi Eyaleti'nde geniş bir alan içinde bulunan bu taş yazıtlar korunmak amacıyla bu müzeye getirtilmiş ve taşların çokluğu nedeniyle de "orman" olarak tanımlanmış. Müzeye getirtilmelerinin başka bir amacı da bu müzeyi bölgenin en önemli müzesi haline getirmek. Fakat, bölgede “Yeraltı Ordusu”nun bulunması bu müzenin önemini ikinci plana atmış. Bu müze, aynı zamanda bir çok ünlü kaligrafi sanatçısının eserlerinin taşlara yazıldığı bir eski Çin kaligrafi sanatı sarayıdır. Bu yazıtlar biçimleri doğrultusunda dört sınıfta toplanabilir; ayaklı ve başlıklı taş tabletler, kapaklı mezar taşları, üzerine sutralar yazılı köşeli sütunlar ve kare veya dikdörtgen formlu taşların üzerine kazılmış ünlü kaligrafi sanatçılarının eserleri.

Bu müzede, Han Hanedanı'ndan (M.Ö.206-M.S. 220) Çin Cumhuriyeti dönemine (1911-1949) kadar olan 2000 yıllık süre içinde yapılmış 3 bin kadar taş yazıt toplanmış. Bu taş yazıtların içerikleri çoğunlukla Kofüçyus öğretileri, feodal toplumun entelektüelleri için kitaplar, ansiklopediler, tarih kitapları, şarkı sözü kitapları gibi birçok konuyu kapsıyordu. Bu taş yazıtların içinde 9. yüzyıla tarihlenen en eski olanları, 114 adet arkalı önlü yazılmış Konfüçyus klasikleriydi. Bu taş yazıtların zanaatçılığına hayran olduk. Ancak, diğer yandan kağıt yapımıyla ünlü olan ve kağıt üretim tarihi çok eskiye dayanan bir kültürün neden yazılı belgelerini taşlara kazıdıklarını anlamak güçtü.
Müzeyi gezerken yalnızca yazıtları değil sessizliğini, eskiliğini ve ilginç kokusunu hafızama kaydettim. Çok miktarda taş yazıt olmasına rağmen, zaman zaman gözümüze çarpan ilginç konuları not ediyorduk. Örneğin, 873'te İmparator Xuanzong'un yazdığı "Evlada yakışan hürmet üzerine bir klasik"i içeren yazıt. Galiba, imparator evladından çok çekiyordu ki, sonunda nasıl hürmet görmek istediğini taşlara bile kazdırdı. Bir başka yazıt ise, Sarı Nehir'den dertli olanlar içindi. 16. yüzyılda yapılmış taş yazıtta, Shaanxi bölgesindeki Sarı Nehir'in taşmalarının 14. yüzyıl ve Ming dönemi nehir taşmalarının dokümanları ve taşmalara karşı öneriler yazılıydı. Herhalde nehir taşmaları sonucunda kağıt belgeler zarar görebileceği için bilgileri taşa kazımışlardı. Kağıt olsalardı belki günümüze ulaşamayacaklardı.

Bir başkası ise, Hıristiyanlığın Çin'e ilk girdiği tarihlerde Nestoryan Hıristiyanlığa yapılmış övgüleri içeren yazıttı. Yuan Hanedanı (1279-1368) döneminde yasaklanıp toprağa gömülen bu tonlarca ağırlığındaki taş yazıt, Hıristiyanlığın serbest kalmasına kadar çıkartılamamış. Ancak, Hıristiyanlık serbest kaldıktan sonra da, bu sefer çok ağır olması nedeniyle uzun süre toprak üstüne çıkarılamamış. Nihayet Ming Hanedanı (1368-1644) döneminde bazı teknikler geliştirilerek toprak üstüne çıkarmışlar yazıtı. Gördüklerimizin içinde en ilginç olanı, bir isyancının mezar kitabesi idi. 1906 Qing Hanedanı'na (1644-1911) tarihlenen yazıt, imparatorun yol ve tuz vergisine karşı çıkan köylüleri isyana sürükleyen bir önderin asılması üzerine yapılmış. Köylüler, imparatora verecekleri vergi parasıyla asılan önderlerinin mezar yazıtını yaptırmış.

Müzenin özelliklerinden birisi de istediğiniz taş yazıtın tıpkıbasımını alabiliyorsunuz. Müzenin görevli ustası taş yazıtın boyutunda bir Çin kağıdını nemlendirerek kağıdın taşa yapışmasını sağlıyor. Daha sonra mürekkepli bir süngerle kağıda tamponlama usulüyle mürekkebin geçmesini sağlıyor. Biz bu işlemi görünce içimiz titredi. Bunca yıllık tarihi bir eseri hiç tereddütsüz mürekkeple boyuyorlardı. Ancak, işin diğer tarafını düşünürsek taş damga baskılar Çin kültürünün en eski ürünleridir. Bu yöntemle tüm taş yazıtların tıpkıbasımlarının yaygınlaşmasını da sağlıyorlar. Ve sonuçta bizim de elinize taş yazıtın bir tıpkıbasım örneği geçmiş olacaktı. Endişemiz kalmamıştı. Biz de isyancı köylü önderinin mezar kitabesinin tıpkıbasımını istedik.

Görevli kadın aslında yazıtın çok ilginç olduğunu ama popüler olan Konfüçyus’a ait yazıtların dışında ilk defa birisinin bu yazıttan tıpkıbasım istediğini söyledi. Bu keşfimiz nedeniyle de bizi tebrik etti. Köylü nüfusunun bu kadar yüksek olduğu bir ülkede bu yazıta ilgisiz kalınmasını anlayamamıştık. Görevli kadın kısaca şöyle açıkladı: "Köylüler müzeye gelmez ki".
Müzenin diğer bir ilginç eser serisi “at bağlama taşları”ydı. At sahiplerinin ve mekan sahiplerinin kendileri için veya misafirler için yaptırdıkları ve evlerinin önüne diktikleri yaklaşık 1,5 metre yüksekliğindeki bu at bağlama taşlarının herbirisi titiz yontu işçiliğin güzel örneklerini oluşturuyordu. Bu dikme taşlar Çin’in kuzey bölgesinin önemli folklorik sanatlarından birisidir.
Çoğunluğu, uzun ömrü simgeleyen kaplumbağa heykellerinin üzerine oturtulmuş yazıtları izlemeyi bitirdikten sonra sessiz ve ilginç kokulu bu müzeyi terk ederek yeniden Xi’an sokaklarına daldık..

15 Ekim 2008 Çarşamba

Lİ NEHRİ (LI RIVER)-2: Çin’in Mavi İpek Kurdelası







Resim açıklamaları:
1) Tepeler yeşim taşından saç iğneleri gibi yükselirken,
2) “Dokuz At Resimli Tepe”
3) Li Nehri kıyıları
4) Li Nehri mavi ipekten bir kurdela gibi kıvrıla kıvrıla akar,
5) Yanshuo kasabası,
6) Yanshuo’da köy evleri,
7) Ayna ve makas şeytanı bekler,
8) Yaşlı köylü kadın ve tabutu,
9) Yanshou yakınlarındaki küçük gölde balıkçı, bambu sal ve uyanık balıkçıl kuşu
10) Bu resmin ne olduğunu bilmiyorum, köy evinin duvarında asılıydı.

Lİ NEHRİ (LI RIVER)-1: Çin’in Mavi İpek Kurdelası

*Caner Karavit: Gezi Notları:7


Guilin’e geldiğimizin ertesi günü rüya gibi bir gezi bizi bekliyordu. Guilin’den Yangshuo kasabasına kadar Li Nehri üzerinde yapacağımız 83 kilometrelik bir tekne yolculuğu. Yolculuğumuz dört saat sürecekti. Nehir gezimiz boyunca daha önce bahsettiğim 5A, 4A, 3A dereceli manzaralardan örnekler olacaktı.Li Nehri, Guilin’in kuzeyindeki Cat Dağı’ndan doğup 170 kilometrelik bir yolculuk yapıyor. Gezimize başladığımız Mopan Tepesi’nden itibaren karşımıza sivri, acayip, heykelsi, çağrışımlara açık biçimleriyle kayalıklar gösterisi başladı.
Gerçekten broşürlerdeki tanıma aynen uyuyordu: “Yüz kilometrelik Li Nehri, yüz kilometrelik sanat galerisidir”. Sempatik rehberimiz, bir anını bile kaçırmak istemediğimiz bu manzaraların içinden üç önemli noktayı işaretledi. Birincisi, nehir gezisinin yaklaşık birinci saatinde karşılaşacağımız
Yangdi Köyü ve çevresinin manzaraları. Tüm nehir boyunca yapmış olduğumuz gezintiden büyük keyif alırken, aralara serpişmiş panoramik sahneler geziye zenginlik katıyordu. İkinci önemli manzarayla yolculuğu yarıladığınız zaman karşılaşıyorsunuz. Bu manzaranın ismi ilginçti: “9 At Resimli Tepe”.
Rehber karşımıza çıkan tepedeki bu beyaz lekelerin dokuz tane ata benzediğini söyledi. Ben zorlayarak beş tane gördüm, rehberse itiraf etti ancak üç tane görebilmiş. Rehberimiz Çinli olduğuna göre benden daha fazla at görmeliydi, ama daha az görmüştü. Daha önceki “Çinlilerin düş gücünün fazla olduğu” tezim burada tutmamıştı. Üçüncü başyapıt manzaraya gelmeden az önce yemek vaktinin geldiğini belirten zil çalınca hemen aşağıya, kapalı bölmeye indik.

Altı kişilik masanın ortasına konan tabaklardan servis yapıldığından, yemekler çabuk tükeniyordu. Karnımız çok acıktığından 20 yüenliklerin arka kısmına konu olmuş eski Xingping kasabasının yakınında bulunan Xingping manzara bölgesini izlemekle yetindik. Ortadaki tabaklar bir anda silip süpürülmeye başlanınca, insanın gözü manzara falan görmüyor. Böylece, ne fotoğraf ne de video görüntüsü alabildik. Manzarayı geçtiğimizde sofradaki tüm tabaklar silip süpürülmüştü.

Dört saatlik nehir gezimizin son dönemecini geçer geçmez karşımıza birden çıkan Yangshuo kasabasının görüntüsü hepimizi şaşırtmıştı. İskeleye ayak bastığımızda bizi çok şirin bir kasaba karşıladı. Sağlı sollu elişi ürünlerin satıldığı dükkanların, kafelerin, çayhanelerin önünden geçerek şirin Yangshuo parkında kısa bir ara verdik. Buralara gelmeden önce, gezmeye gelen yabancıların buralara hayran olup kaldığını duymuştuk. Gerçekten öyleydi; Avrupa’dan gelen yabancıların bir kısmı kafe, bir kısmı lokanta açmış ve artık yaşamını burada devam ettiriyordu. Ortasındaki küçük gölü, Çin tarzı köprüsü ve çevredeki grotesk Xi ve Pantao tepeleriyle Yangshuo parkı yorgunluğumuza ilaç gibi gelmişti.
Kısa bir dinlenme arasından sonra, gezimize Yangshuo yakınındaki yörenin tipik bir köyüne ziyaretle devam ettik. Köye girdiğimizde yaşlı bir kadın bizi evine davet etti. İçeriye girerken kapının üzerinde asılı ayna ve makas detayı dikkatimizi çekmişti. Kötü ruh veya şeytandan korunmak içinmiş. Kötü ruh içeri girmek istediğinde aynada kendini görecek sonra da korkup bayılacakmış. Sizde makası alıp ona saplayınca kötülüklerden kurtulmuş olacakmışsınız. İçeri girince büyük bir Mao resmiyle karşılaştık. Resmin etrafında tütsüler yakılmıştı. Kentlerde her ne kadar Mao’ya dair izler belirsizleşmeye başlamışsa da, devrimle birlikte yapılan toprak reformları nedeniyle Çin’deki köylüler hala Mao’ya adeta tapıyorlar. Geçenlerde toplanan Çin Meclisi’nin eski toprak reformları üzerine yapacağı yeni düzenlemelerle, köylülere eşit olarak dağıtılan ve babadan oğula geçen toprak mülkiyeti yasalarında ciddi değişiklikler bekleniyor. Bu değişiklikler için bizi evine davet eden yaşı seksenlere gelmiş köylü kadının ne düşündüğünü bilemiyorum. Ancak, bizi bir odaya götürdüğünde şaşırdık. Odada kadının ve kocasının yaptırdığı tabutlar bulunuyordu. Köyde 65 yaşını geçen herkes tabutunu yaptırıyormuş. Tabutun yanına geçip fotoğraf çektirmesi bizim için hüzünlü bir tabloyken, onun içinse sadece yaşamın bir parçasıydı. Köyden ayrılırken kendi tabutuyla barışık yaşayan yaşlı kadını düşündüm. Yeni konakladığımız yer köye biraz uzak, küçük bir göldü. Bu gölde, bambudan yapılmış tekneler göle gezmeye gelenlere tur attırıyorlardı. İçlerinden birisine binip gezmeye başladık. Bizimle beraber İspanyol çift, tekne sürücüsü ve gezi süresince Zhuang milliyeti kıyafetleriyle şarkı söyleyen bir kız vardı. Bir ara bizden de şarkı söylememizi istedi. İspanyol çift bilmediklerini söyleyip bu işi bize bıraktı. Ben rezalet sesimle ve bildiğim Çince sözcüklerle şarkı söyledim. Zhuang’lı kız bu başarılı! girişimim nedeniyle küçük elişi bir heybeyi ödül olarak boynuma astı.
Bir ara teknemizin yanına gelen bambu saldaki balıkçı eğittiği balıkçıl kuşlarıyla balık yakalama gösterisi yaptı. Daha önce Guilin’de de gördüğümüz balık yakalama işleminde yine kuşlar göle dalıp gagalarından boğazına kadar aldıkları balıkla çıkıyorlardı. Yerli balıkçı da kuşların boğazını hafif sıkarak balığı gagadan dışarıya alıyordu. Kıyıya döndüğümüzde artık geri dönüş vakti gelmişti. Bu gezimiz Çin’de yaptığımız diğer gezilerden başkaydı. Daha önceki gezilerimizin amacı olan tarihi ve kültürel mekanlardan farklı olarak doğal manzaraların büyüsüne kapılmıştık.
Birçok Çinli şairin, romancının ve ressamın konusu olmuştu Li Nehri. Özellikle Çin’de en çok resmi yapılan manzaralar Li Nehri’ne aittir. Li Nehri’ni terk edip kara yoluyla Guilin’e dönerken Tang Dönemi ünlü şairlerinden Han Yu’nun şiiri “Çinlilerin düş gücünün fazla olduğu” konusundaki düşüncemi yeniden canlandırdı;

“Tepeler yeşim taşından saç iğneleri gibi yükselirken,
Li Nehri mavi ipekten bir kurdela gibi kıvrıla kıvrıla akar.”

13 Ekim 2008 Pazartesi

GUILIN

*Caner KARAVİT, Gezi Notları:6

Guilin Havaalanı o güne kadar gördüğümüz en küçük havaalanı idi. Bizi şehir merkezine götüren otobüsün geçtiği güzergah bu turistik kentin güzelliklerine dair ipuçlarını vermeye başlamıştı bile. Karşımıza aniden düzlüklerin ortasından çıkan heykelsi ilginç sivri tepeler sıra dışı görüntüler oluşturuyordu. Guilin, Çin’in güneyinde Guangxi Zhuang eyaletine bağlı ve Çin’in en turistik kentlerinden birisi. Bu eyalette ağırlıklı olarak Zhuang, Miao, Yao ve Dong milliyetleri yaşamakta ve bu toplulukların kültürel etkileri görülmektedir. Guilin izlenmesi önerilen farklı kategorilerde manzara derecelerine sahip. Örneğin 5A derecesine sahip iki manzara bölgesi var: meşhur Li Nehri ve MerryLand. 4A dereceli on bir manzara bölgesi var: Fil Tepesi, Dört Göller Manzarası, Kamış Flüt Mağaraları gibi yerleri kapsıyor. 3A dereceli manzaralara ise, Ming Kralı Kalesi’ni, Zi Nehri’ni, Yangshou Parkı’nı ve Yao dağı manzarasını örnek verebiliriz. Bu arada, A sınıflandırmaları için bir açıklama yapmam iyi our diye düşünüyorum. 5A en yüksek fakat çok nadir değer görülen bir sınıf. 4A çok önemli yerlere biçilen değer. İşte bu 5A ve 4A sınıfına dahil olan bir çok manzaraya sahip Guilin. Bu kadar çok manzaraya sahip kentte merakla görmek istediğimiz ilk yer meşhur Li Nehri idi. Kentin en hoş yerlerinden olan Zhengyang yaya caddesine yakın otelimize yerleştikten hemen sonra hemen küçük bir tura karar verdik. Guilin’in turizm geçmişi eskiye dayandığından havaalanından itibaren kent içi ve kent dışı turların iyi organize edildiğine tanık oluyorsunuz. Şunu da belirteyim ki, diğer Çin kentlerine göre pahalı bir kent. Küçük bir minibüsle turumuzun ilk durağı olan Li Nehri’nin kenti ikiye ayıran kısmına geldik. Nehrin bir tarafı modern yapılarla kaplı iken karşı taraf virane ve terkedilmiş görüntüsü veren yapılarla çevriliydi. Eski zamanlarda buralarda oturan köylüler, zamanla nehrin kenarındaki yapıların değerlenmesi sonucu bugün zengin konumuna sahip olmuşlar. Nehre gelip bambu sallarla gezmemek olmazdı. Ama sala bir saatlik süre için verdiğimiz para Guilin’in pahalı olduğunun ilk işareti idi: 100 yüen. Yine bambu sırıklarla yüzdürülen salın ilk durağı Guilin’in simgesi haline gelmiş Fil Tepesi idi.
Nehrin içine taşan bu tepe ismini, Li Nehri’ne hortumunu uzatan bir fil biçimine sahip olması nedeniyle almış. Ancak, bana kalırsa hortumu dışında file benzeyen bir tarafı yoktu. Fil Tepesi’nin çevresini dolaştıktan sonra sıra nehrin kenarındaki Kaplumbağa ve Şeftali tepelerine geldi. Hadi Kaplumbağa Tepesi’ni kabul ediyorum ama Şeftali Tepesi’nin bu adı nasıl aldığını anlayamadım. Anladığım bir şey varsa, o da Çinlilerin düş gücünün fazla olduğuydu. Çin’deki gezilerin sırasında çevrelerindeki yaşama dair her şeye bir anlam yüklemeleri, imge dünyaları hakkında bana güçlü ipuçları vermiştir. Bu arada, bambu salla geri dönerken nehri “avucunun içi” gibi bildiğini sandığımız sal kaptanımız bizi kayalıklara bindirdi. Sal yan yattı ve batmaya başladık. Çevredeki bir sal bize doğru yardıma gelirken, bizim kaptana dönüp Türkçe: “Hem dünyanın parasını aldın, hem de salı batırıyorsun. Ben de bunu belgeleyeyim de gör” deyip fotoğrafını çektim.
Tüm söylediklerimi anlamış gibi utandı. Karaya sağ salim ayak bastıktan sonraki durağımız Ming Prensi Konağı ve Yalnızlığın Güzelliği Kayası idi. Nefis bir bahçe içine yapılmış konağın müzesini ve parklarını gezdikten sonra buranın en ilginç yeri olan
Yalnızlığın Güzelliği Kayası’na yöneldik. Düz alanın ortasında karşınıza dikilen bu kaya ilginç bir görüntü oluşturuyor. Yukarı çıkarken sık sık karşılaştığımız Çin kaligrafi sanatından örneklerin oyulduğu kayalar bize keyifli bir sergi sunuyordu. Bu kayanın zirvesine merdivenlerle tırmanıp kenti kuşbakışı izledik. Adının neden Yalnızlığın Güzelliği olduğunu ise tepede uzaklara doğru dalıp giderken anladım.

Zirvedeki çayhaneye oturup kentin ismini aldığı çiçeğin yani “Gui Hua”nın çayından içtik. Bu çiçeğin bir çok hastalığa da iyi geldiği söylenmektedir. Aşağı indiğimizde konak içindeki galeride Öğretmenler Üniversitesi hocalarının yapmış olduğu Li Nehri manzaralı resimleri izledik. Bu turumuzu tamamlayınca sıra “Dört Göller Manzarası”nı görmeye gelmişti. Yeni turizme açılmış ve Li Nehri’nin suyunu yönlendirerek yapılmış birbirine bağlı suni dört gölcükten oluşmuş. Ne yalan söyleyeyim, ben dört tane göl göremedim. Dedim ya, Çinliler’ in imge dünyası… Bu gölcüklerin üzerinde 30 farklı köprünün altından geçtik. Köprülerin hepsinin altında rölyefler ve resimler vardı. En ilginç köprü ise camdan yapılmış köprüydü.
Özellikle köprünün gece aydınlatılması düşsel bir atmosfer yaratıyordu. Gece aydınlatmasından bahsederken Li Nehri’nin ve Dört Göller’in ışıklandırmalarının kentin gece dokusuna nasıl bir etki yarattığının görülmeye değer olduğunu söylemeliyim. Tabi ki, Shan Gölü üzerindeki çifte pagodoyu da unutmamak gerek. Her kente geldiğimizde yaptığımız gibi kente ve yöreye özgü gösteri sanatlarını izlemek için araştırmamızı yapmıştık. Gece Li Nehri Tiyatrosu’daki Azınlık Milliyetleri Şarkı ve Dans Grubu’nun sahneye koyduğu “Etiğe Dair Bazı Şeyler” isimli gösteriyi izledik. Zhuang, Miao, Yao ve Dong milliyetleri’nin folklorik temalarının yanında Çin akrobasi sanatının da gösterildiği oldukça hoş bir gösteriydi. Gitmeyi istediğimiz bir diğer gösteri “Impression Liu San Jie”di. Ancak gösteri Guilin dışında Yangshou bölgesinde olduğu yapıldığı için gidemedik. Li Nehri üzerinde geceleyin rüya gibi ışık oyunlarıyla yapılan bu gösteriyi yolu düşenlere tavsiye ederim. Vcd’siyle yetindiğimiz bu gösterinin yönetmeni ünlü sinama yönetmeni Zhang Yimou’du. Zhang Yimou’yu Pekin Olimpiyat Oyunları’nın açılış ve kapanış gösterilerinden tanıyoruz. Hem olimpiyatı hem de Türkiye’de sinemalarda oynayan “Hero” filminin yönetmenliğini yaptı. Gösteriden sonra Guilin’in Li nehri’nin gece büyüsüne kapılmak için bir tekne gezisi yapmaya karar verdik. Belli ki sabah bindiğimiz teknenin batma tehlikesi geçirmesi bizi yıldırmamıştı. Teknemiz ilerledikçe çevremizde beliren balıkçı sallarındaki eğitilmiş balıkçıl kuşlarının nasıl balıkları avlayarak sahiplerine teslim ettiklerine şahit olduk. Balıkçıl kuşları istediklerinden değil zorunluluktan balıkları sahiplerine teslim ediyorlardı. Öncelikle sala ayaklarına bağlı bir iple bağlanmışlardı. Öte yandan, avladıkları balıkları yutmasınlar diye boğazlarına bir halka geçirilmişti. Balıkları bu halka nedeniyle yutamadıklarından balıkçıya teslim ediyorlardı. Ancak, uyanık balıkçıl kuşları da vardı. Halkaya rağmen yutabilecekleri küçüklükte balık yakalayıp sahibinin bağırışlarına aldırmadan yutuyorlardı.
Saat ilerlemiş ve uykumuz gelmişti. Sabah başka bölgeleri gezmek için erken kalkacağımızdan pansiyona yöneldim. Guilin her mevsim nemli bir kenttir. Yazın sıcak ve nem birleşince sıkıntı verici bir hava oluşuyor. Bahar başlangıcı en ideal zamanlarından birisi olmasına karşılık yine de nemliydi. Odam daha da nemliydi, yatak ise adeta ıslaktı. Bir an önce yatağımı ısıtmak üzere yattım. Ancak, ne ısınıyor ne de kuruyordu. Dışarıda hafif hafif yağmur yağarken, taksicinin arabasından keyifli bir Çin müziği yükseliyordu. Ortamın uyku getiren etkisinden yararlanıp, yatağın kurumasını beklemeden uykuya daldım.

11 Ekim 2008 Cumartesi

Xİ'AN'DA SURİÇİ (ANCIENT CITY WALL IN Xİ'AN)-2

*Caner Karavit, Gezi Notları:5






Resim açıklamaları:
1) Tang Dönemi Tiyatrosu'nun gösterisinden bir an,
2) Gösteri sonrası "la mi yen" krizi,
3)" Yorgan Kapı"lı tek göz göçmen evinin gece görüntüsü.
4) Xi'an surlarının girişi,
5) Shuyuanmen Caddesi'nde kaligrafi yazılıp satıldığı tezgahlar,
6) Xi'an çan kulesi,
7) Xi'an Müslüman Mahallesi'nin girişi,
8) Müslüman Mahallesi'nden bir görünüş,
9) Dışı Çin, içi Arap tarzı Xi'an Küçük Camii,
10) Bu bir şey değil! Ben bunun iki mislini bisikletle taşıyanlarını gördüm.