17 Şubat 2009 Salı

DONHUAMEN GECE MEZE PAZARI (DONHUAMEN NIGHT MARKET)

*Caner Karavit, Gezi Notları:12

Pekin’e ilk geldiğim zamanlar (belki birçok kişi gibi) en uğrak yerlerimden birisi Wangfujing bölgesi alışveriş merkezleriydi. Bu bölge, yaya caddesi olması nedeniyle de Pekin’in en turistik yerlerinden birisidir. Wangfujing’de bana en cazip gelen yer, yabancı dilde kitap satan kitapçılar olmuştur. Tabii ki, ünlü şapkacıyı, Orient Plaza’yı, küçük hediyelik eşya satan dükkanları ve ara sokakları ihmal etmezdim.

Turistik olması nedeniyle keşfedecek bir yeri olmadığını düşündüğüm bir gece, Wangfujing’in alışveriş merkezlerinin cıvıl cıvıl renkli, yanıp sönen ışıklarına dalmış giderken, caddenin sonlarına doğru ışıl ışıl bir ara cadde dikkatimi çekti. Ard arda dizilmiş, turuncu kırmızı ışıklı tentelerin bulunduğu bu yer, bizim sabit semt pazarlarına benziyordu. Merak edip bu pazara doğru yöneldim. Burası çeşitli mezelerin yapılıp ayaküstü atıştırıldığı Beyoğlu’ndaki kokoreççilerin ve midyecilerin bulunduğu sokağa benziyordu. Burasını keşfetmek hoşuma gitmişti.

Donhuamen Meze Pazarı olduğunu sonradan öğrendiğim bu yer, Pekin mezelerinden oluşan çeşitleriyle ilk olarak 1984 yılında kurulmuş. İlk kuruluşunda Pekin’e ait 60’dan fazla meze çeşitlerinin birarada görülebileceği bir meze pazarıymış. Bu Pazar, 2000 yılında Pekin Dongheng bölge yönetimince Çin yemek kültürünü yaymak ve yabancı ülkelerle dostluk ilişkilerini geliştirmek amacıyla tekrar inşa edilmiş. Şimdi ise, sadece Pekin’e ait değil tüm Çin’e ait lezzetli, özel, yeni meze çeşitleriyle müşteri çekiyor. Donhuamen, Gezi etkinlikleriyle yemek kültürünü birleştiren, çağdaş iş ortamıyla geleneksel zerafeti kaynaştıran ve Wangfujing İş Merkezinin gece dokusunu çiçek gibi bezeyen bir cadde oluvermiş.

Gece Meze Pazarı, gece ışıklarının yanmasıyla etkileyici bir mekana dönüşmüş ve karnımın da acıkmasıyla daha da cazip hale gelmişti. Ancak, daha ilk tezgahı görünce hevesim kursağımda kaldı. Mezeler, hiç de bizim kolay kabullenebileceğimiz cinsten değildi. Karşıma çıkan akrep, ipek böceği, büyük kurtçuk, deniz atı, deniz yıldızı, salkım saçak mürekkep balığı şişlerini görünce açlığım geçiverdi. Ama bu ilginç görüntüleri izlemeden de yapamadım. Çinliler, turistlerin meraklı bakışları arasında şişe geçirilmiş kurtçukları, akrepleri iştahla yiyorlardı. Bu görüntüler turistleri oldukça eğleniyorlardı.
Aslında, Çinlilerin bu çeşit yemek kültürü sadece damak zevkinden kaynaklanmıyor. Yedikleri hayvanın üstün özelliklerinin kendilerine geçeceği inancı ve ilaç özelliği taşıması da önem taşıyor. Bir müddet sonra, merakım alışmış olduğum damak zevkimin direncini kırdı. Akrep şiş aldım. Bir çeşit yağda kızarttıkları siyah akrepleri bir yandan ısırırken, diğer yandan hayvanın zehirli olması beni endişelendiriyordu. Tadı fena değildi ve zehirlenmedim. Ama görüntüsü nedeniyle bir daha yiyebileceğimi sanmıyorum.

Donhuamen Meze Pazarı’ndan ayrılırken, hayatımda ilk defa yediğim garip ve ürkütücü mezenin midemde daha fazla yalnız kalmaması için, hızlı adımlarla normal bir lokanta aramaya başladım.

10 Şubat 2009 Salı

ÇİN ETNİK KÜLTÜR PARKI (CHINESE ETHNIC CULTUR PARK)

*Caner Karavit, Müzeler serisi:2

Ülkemizde de zengin bir örgü oluşturan etnik grupların ve kültürel yapılarının, başka coğrafyalardaki farklı özelliklerini hep merak etmişimdir. Çin’e geldiğim zaman etnik grupları incelemeyi çok arzulamama rağmen, onların kalabalık sayısı beni ürkütmüştü. Dile kolay, Çin kıtası 56 etnik grubu bir arada tutan bir coğrafya idi. Bunların herbirini kendi bölgelerinde görebilmek, bu kadar büyük bir ülkede imkansız gibiydi. Çin benim gibi meraklıları düşünmüş olsa gerek ki, hepsini bir alanda toplamış.
Pekin’in kuzeyinde yer alan Çin Etnik Kültür Parkı, Ulusal Olimpik Park bölgesi içerisinde toplam 50 hektarlık büyük bir alana sahip. İlk olarak 1992 yılında yapımına başlanılmış. Etnik Park, “yeşil alan, yüksek teknoloji ve olimpiyat oyunları” temasından yola çıkılarak “yeni Pekin, büyük olimpiyatlar” ruhuyla başlayan bir projenin ilk adımı. Yapımı Pekin Belediyesi tarafından desteklenmiş. Parkın ortasından ana cadde geçmesi nedeniyle, kuzey ve güney alanı olarak iki bölüme ayrılmış. Kuzey bölümü daha bakımlı ve yenileştirme çalışmalarının daha yoğunlaştırıldığı yer izlenimi veriyor. Burada, 26 etnik gruba ait tanıtım alanı bulunuyor. Kuzey bölgesinin yapımı 1994 yılında tamamlanarak hizmete açılmış. Türki ve Moğol milliyetlerin de olduğu 30 etnik grubu kapsayan güney bölümü ise, daha bakımsız bir bölge izlenimi yaratıyor. Bu bölge ise, 2001 yılında etkinliklere açılmış. Etnik park, etnik kültürü, etnik mimariyi, etnik mirası korumayı, yaymayı, desteklemeyi, ilgili çalışmalar yapmayı ve etnik birlikteliği geliştirmeyi amaçlıyor. Etnik parkı gezerken etnik grupların kültürünü, günlük yaşamını, tarihini ve doğasını iç içe tanıma fırsatımız oluyor.
Bu büyük alanda; etnik grupların bulunduğu coğrafyayı tanıtan 100 kadar manzara bölgesi, 200 kadar etnik mimari, 100.000 kadar kültürel eser, 1000 kadar etnik eşya çeşidi, 200 etnik milliyetlere ait nesneler (bunlar bazıları satılmaktadır), 200 çeşit etnik yemek ve 800 kadar da etnik grup kökenli görevliler var. Bu görevliler kendi bölgelerine gelen ziyaretçilere kültürlerini tanıtıyor, yörelerinin danslarını oynuyor ve şarkılarını söylüyorlar. Bu gösteriler de görevliler tarafından yapılıyor. Bunların yanında Miao, Yao ve Kore milliyetlerinin yemeklerini yapan lokantalar da var.
56 milliyetli zengin bahçe
Etnik Park’tan bahsederken Çin’deki etnik grupları biraz tanıtmak istiyorum. Çin Halk Cumhuriyeti’nde 56 milliyet yaşamaktadır. Bunlardan en büyük grubu, %91’lik nüfusuyla Han milliyeti oluşturmakta. Han milliyeti dışında 55 etnik grup daha var. Bunların en büyük nüfusa sahip olanları, Zhuang (16.1 milyon), Mançu (10.6 milyon), Hui (9.8 milyon), Miao (8.9 milyon), Uygur (8.3 milyon), Tujia (8 milyon), Yi (7.7 milyon), Moğol (5.8 milyon), Tibet (5.4 milyon), Bouyei (2.9 milyon), Dong (2.9 milyon), Yao (2.6 milyon), Kore (1.9 milyon), Bai (1.8 milyon), Hani (1.4 milyon), Kazak (1.2 milyon), Li (1.2 milyon) ve Dai (1.1 milyon) milliyetleri oluşturmaktadır. En düşük nüfusa sahip olanları ise, Monba (8923), Oroqen (8196), Derung (7426), Tatar (4890), Henzen (4640), Lhoba (2965) milliyetleridir.
Sırılsıklam Festival

Geziye kuzey bölgesinden başladığınızda, sizi ilk olarak bir Türki grup olan Salar milliyetinin avlulu evi karşılıyor. Yapı olarak bizim Bolu ve Karadeniz yayla evlerini anımsatıyor. Daha sonra gelen ve sol tarafınıza düşen alana eğer yazın girerseniz mutlaka ıslatılırsınız. Çünkü, güneyli Dali milliyetinin ünlü “Su Festivali”nin gösterileri buradaki Dali gençleri tarafından canlandırılıyor. Biz kışın gezdiğimiz için in cin top oynuyordu. Deprem bölgesi olan Hunnan eyaletinde yaşayan bu etnik grubun evleri dayanıklı bir ağaç olan bambudan yapılıyor. Yapıların birinci katı kümese, ikinci katı ise yaşam alanlarına ayrılıyor. Çin-Tibet dil grubuna dahil bu etnik grup el sanatları, müzik ve dans gösterileriyle tanınıyor. Buradan çıkınca karşınıza doğrudan Gaoshan milliyetinin görkemli totemleri çıkıyor.

Ahşap oyma figürlerini çok beğendiğim bu milliyetin totemleri beni hep büyülemiştir. Tayvan’da 400.000, Çin ana kıtasında 4000 nüfuslu olan grubun dili malay-polenez dil grubuna ait olup ilkel dinlere inanırlar. Kendilerini Aborjin olarak da tanımlarlar. Tayvan’ın geçmişinde Aborjinlerin de yeri var.1949 devrimi sırasında, Tayvan’a kaçan milliyetçiler bu adada yaşamakta olan kalabalık bir aborjin grubunu ya adadan kovmuşlar ya da kendi yapıları içinde eritmişler. Buradaki ahşap ve saz yapıları aşarak, Mançuların klasik mimari tarzında yaptığı ve etnik parktaki en başarılı yapılardan olan imparatorluk tapınağı Huangtangzi ile karşılaşırsınız.
Osuruk ağacından çadırlar

Biraz ilerde solda yapay gölün kenarına kondurulmuş Oronqenler’in kızılderililer’inkine benzer çadırlarını gördüğümde çocukluğumu hatırladım. Ağaçlık bir alan bulduğumuzda, çevremizde çok bulunan ve hiç bir şeye yaramadığını düşündüğümüz nam-ı diğer “Osuruk Ağacı”nın dallarını koparıp, onları karşılıklı çatarak bir çadır yapardık. Oronqenler İç Moğolistan bozkırında avcılık ve hayvancılık yapan küçük bir grup. Dilleri Ural-Altay grubuna ait ve dinleri şamanizmdir. Bu ilginç yapıları geçtikten sonra, ne yalan söyleyeyim, en özelliksiz bulduğum Rus milliyetinin evleri oldu. Hayal kırıklığımı yukarılarda gidermek üzere acele adımlarla oradan uzaklaştım.
Bouyei'nin güzel sesi Wei Jiang

Bouyei milliyetinin alanına geldiğimizde kapının önünde haki asker parkasıyla güneşe karşı oturmuş, kitap okuyan görevli gençle karşılaştık. Sonradan isminin Wei Jiang olduğunu öğrendiğimiz genç, bizimle ilgilenmedi. Biz içeri girip gezmeye başlayınca, ilgimize karşılık vermek için her şeyi anlatmaya başladı. Birlikte fotoğraf çektirme isteğimizi hemen üzerindeki parkayı atarak yanıtladı. Meğerse parkanın altında etnik milliyetinin kostümleri varmış. Bize yöresine ait heybe, şapka türü şeyler vererek hatıra fotoğrafı kurgumuzu tamamladı. Onunla Çince anlaşabildiğimiz kadarıyla, yöresinin şarkılarını söylediğini öğrendim. Bir kara tahtaya yazılmış şarkı sözlerini göstererek şarkısına başladı. Sesi çok yumuşak ve güzeldi. Şarkı bitiminde çok güzel şarkı söylediğini ifade edince sevinerek teşekkür etti. Bouyei milliyeti Çin-Tibet dil grubuna dahil ve tanrısal ruhlara inanan bir etnik grup. Çin’in güney-batı bölgesinin bu sakinleri geçimlerini tarımcılıkla kazanıyorlar. En meşhur el işçilikleri ise mum baskı dokumaları. Buradan çıkınca, etnik gruplar içinde mimari açıdan beni en çok etkiliyen Yi milliyetinin alanına girdik.

Yiler, Çin-Tibet dil grubuna dahiller ve atalarının ruhlarına tapıyorlar. Nüfusları hayli kalabalık 7.7 milyon.
Bıçak üstündeki Miaolar
Burayı, gösterileri ile meşhur olan Miao milliyeti takip ediyor. Yine Çin-Tibet grubuna dahil olan ve atalarına iman eden bu etnik grubun bazı ilginç gösterilerine daha önceki gelişimde tanık olmuştum. Bıçak üzerinde yürümek, bıçaklı basamaklardan direklere tırmanmak, kızgın demiri diline yapıştırmak gibi tehlikeli gösterileri var. Bir de kadınlarının başlarına taktıkları boynuzlu gümüş takılarla bezenmiş başlıkları çok hoşuma gider.

Buradan aşağıya indiğinizde rengarenk totemleri ve güzel dansları olan Jingpo milliyetinin evlerine varırsınız. Ama görevliler olmadığı için bu renkli dansı bir kez daha izleme şansımız olmadı.
Tu milliyetinin Break dansı

Tu milliyetinin bölgesine geldiğimizde, Tu’ların dansıyla değil Tu kıyafetleri içinde break dans yapan geçlerle karşılaştık. Herhalde hergün yörelerinin danslarını yapmaktan sıkılmış olmalılar ki, boş zamanlarında break dans yapmaktan ustalaşmışlardı. Biz de onların break dansını izleyip Qiang bölgesine doğru tırmanışa geçtik.
“Mesai bitse de gitsek”
Buraya geldiğimizde bir karışıklık sezdim. Geldiğimiz bölge Qiang milliyetinin bölgesiydi. Ama buradaki görevlilerin kostümleri farklı milliyetlere aitti. Biz alana girdiğimizde birbirleriyle şakalaşan bu gençler “nereden çıktınız şimdi” der gibi bize baktılar. Görevli gençlerin tiplerine ve kostümlerine dikkatlice bakınca bunların Moğol, Tibet ve Naxi milliyetinden olduğunu hemen anladım. Kışın ve akşamın bu saatinde pek ziyaretçi olmadığı için sıkılmışlar ve burada buluşup sohpet ederek mesailerini tamamlamaya çalışıyorlardı.

Haklıydılar, akşamın bu vaktinde nereden çıkmıştık! Başlarında şefleri olduğunu tahmin ettiğim birisi grupları uyararak gösteriye başlamalarını istedi. Gruplar isteksizce şarkı ve danslarına başladı. Bozkırlardan ve “dünyanın çatısı”ndan esintiler getiren birbiriyle akraba bu üç grubun biraraya gelmesi de ilginçti. Naxiler bin yıl önce kuzeyden Moğolistan bozkırlarından güneye göç etmişler. Tibet ve Naxi milliyetleri ise aynı tanrının iki oğlu olduklarına inanıyorlar.
Tibet milliyetine ait olan ve kuzey-güney parkını birbirine bağlayan köprü, Lasha’yı anımsatıyor. Benim düşünceme göre burası Etnik Park’ın en ayrıcalıklı bölgesi. Çünkü, köprünün altındaki ana caddeden geçenlerin karşısına Potala Sarayı gibi dikilen bu yapılar, Etnik Park’ın dışarıdan en göze çarpan yapısını oluşturuyor.
Akşam Etnik park’tan ayrılırken sivillerini giymiş çeşitli etnik milliyettten gençler şakalaşarak yanımızdan geçtiler. Çıkışta karşımıza, ilginç mimarisi ile Pekin Olimpiyatı’nın “kuş yuvası” stadyumu dikildi. Hemen yanındaki yüzme yarışlarının yapıldığı “su küpü”nün yanan ışıkları, alacakaranlıkta Harbin’deki buz heykelleri anımsattı. Renkli ve neşeli Etnik Park ise, gece karanlığına gömülürken sanki sessizce yeni sakinlerini; ruhlarını, atalarını, tanrılarını bekliyordu.

ÇİN'DEKİ KARAYOLCULUĞU (TRAVELLING BY OVERLAND IN CHINA):5

*Caner Karavit, Gezi Notları:11
Tren Yolculukları

Çin’de yaptığım karayolculuklarının büyük bir kısmını trenle yaptığım yolculuklar oluşturur. Bu yolculuklarımda, yataklı, koltuklu, ayakta, normal (T ve N sınıfı), yavaş (Z ve K sınıfı), hızlı (C sınıfı), çift veya tek katlı tren türlerinin hepsini kullanma fırsatım oldu.
İstasyonda uyku baldan tatlı
Yolculuklarımın hemen hemen hepsi gece yolculukları olduğundan, gündüz yolculuklarına göre daha ilginç deneyimlere sahip oldum. Tren istasyonları gece yolcuları için hırsızlama uyku mekanlarıdır. Büyük kentlerin tren istasyonlarına girdiğinizde, yolculukları gece yarısından sonra olan ve istasyona erken gelmiş yolcuların uyuklama halleriyle karşılaşırsınız. Bu istasyonlara girebilmek için, mutlaka biletiniz olmak zorundadır. Eğer yolcu geçirecekseniz, gişelere yolcunuzun biletleriyle giderek refakatçı bileti almak suretiyle istasyona girebilirsiniz. İçeri girmenin başka yolu yoktur. Kış mevsiminde aylakların istasyonlara veya bilet satış bürolarına girip ısınmak gibi bir şansları yoktur. Görevliler hemen dışarı çıkarırlar. Hatta, bazı küçük kent istasyonlarında tren kalkış saatinize çok zaman varsa sizi içeri almak istemezler. Çin’deki batıya yolculuğumuzda, dondurucu soğuktan korunmak için erken girmek istediğimiz bazı istasyonlarda bu yüzden görevlilerle uzun uzun tartışmak zorunda kalmıştık. Büyük kent istasyonlarının kalabalık yolcu sayısını karşılayabilmek için, büyük istasyonların yapımı durmaksızın sürmekte.

Ben Pekin’e geldiğimden bu yana, birisi Asya’nın en büyüğü (gördüğüm bir çok havaalanından daha büyük ve modern) olmak üzere iki büyük tren istasyonunun yapımı tamamlanarak hizmete açıldı. Kaşgar gibi küçük kent istasyonları ise kendine has havasıyla, hep ayrı bir keyif vermiştir bana.
“tabi canım olur, başka sıkıntın var mı?”
Trenlerde gece yolcu profili ile gündüz yolcu profili arasında farklılıklar vardır. Gece yolcularının olmazsa olmazları şarhoş yolculardır. Sarhoş yolcular, tüm taşkınlıklarına rağmen, bizdekilerden farklı olarak diğer yolcular tarafından hoşgörü ile karşılanıyor. Taşkınlıklarının dozu arttığında ise, bazen erkek bazen kadın görevlilerce uygun bir yer tıkılıp misafir ediliyor. Ancak, Çinliler’in en sevdiğim tarafı uyku zamanlarının belirli olmasıdır. Özellikle yataklı vagonda, içip içip taşkınlık yaptıktan sonra, bilirsiniz ki hepsinin yatma vakitleri standarttır ve 22.30 bilemediniz 23.00’da da yatarlar. Biraz sabırla bekledikten sonra gürültüsüz bir gece sizi kucaklayacaktır. Urumçi’den Dunhuang’a giderken yatağımın karşısına narin, çıtı pıtı bir kızcağız denk gelmişti. Bir müddet sonra aramızda sohpet ortamı oluştu. Profesyonel bir dansçıymış. Tibet bölgesindeki gösterisine gitmek üzere önce Dunhuang’a oradan da Lasha’ya geçip dans gösterisine katılacakmış. Programı yoğun olduğu için bir an önce yatıp dinlenmek istedi. Ama nerde! Yanımızdaki masayı meyhane sofrasına döndüren beş Çinli iyice sarhoş omuş, bağıra bağıra muhabbet ediyorlardı. Kızcağız, bir müddet sabrettikten sonra onlara gürültü etmemelerini söyledi. İçlerinden sadece birisi ona cevap verme nezaketi gösterdi:”haaa”. Yani “tabi canım olur, başka sıkıntın var mı?” gibi bir şeydi cevabı. Kızcağız sinirlenip yorganı kafasına çekip uyumaya çalıştı. Bizim acelemiz yoktu. Nasılsa bu sarhoşların hepsi alışkanlıklarından dolayı en geç 23’de uyuyacaklardı. Biz ise, zaten 01’den önce uyuyamıyorduk. Öyle de oldu. Sızıp kaldılar, biz hala cin gibiydik.

Morgda yolculuk
Yataklı vagonlarda genel olarak çarşaf ve yastıklar temizdir. Bindiğimiz yataklı vagonların büyük kısmı ekonomik tip, kapısız ve bölmesiz, yanyana sıralanan (morg dedikleri) tarzdandı. Gece yatarken ve sabah istasyona varırken tuvaletlerin önünde uzun kuyruklar olması nedeni ile biraz sıkıntılı vericidir. Vagonlar, genelde ne çok soğuk ne de çok sıcak olur. Ranzaların en pahalısı en altta olanıdır. Alt yatakların avantajı yatağınıza oturabilmeniz ve geceleyin tuvalete hemen gidebilmenizdir. En ucuz ise, üst katlardır. Basık, aşağı inmesi zor, ama daha sıcaktır (ısınan hava yukarı çıkıyor).
Trende en keyif aldığım sabah varacağımız yere gelmeden önce koridordaki pencere kenarına oturup, geçtiğimiz araziyi izlemektir. Manzarayı izlerken, her vagonun girişinde bulunan sıcak su kazanından aldığım suyla hazırladığım çayımı keyifle içerim.
“Zorriy”
Trende ayakta yolculuk, eğer uzun süreli ise, oldukça sıkıntılı bir yolculuktur. Yolculuğunuz eğer Çin’in büyük bayramlarına, örneğin bahar bayramına rastlamışsa ve bilet almakta gecikmişseniz, son çare olarak ayakta yolculuk için bilet alabilirsiniz. Bazen, ayakta yolculuk için bilet bulmak bile şanstır. Louyang’dan Pekin’e dönüşümüz Bahar Bayramı’na rastlamış ve arkadaşımla ancak ayrı vagonlardaki koltuklar için bilet bulmuştuk. Trene bindiğimizde zor bilet bulmamıza rağmen tren sakin görünüyordu. Durum böyle olunca, ben kendi vagonuma gitmeden önce arkadaşımın yanında kalıp biraz sohpet etmek istedim. Büyük hataymış. Tren on-on beş dakika gittikten sonra bir ara istasyonda durdu. Trenin durmasıyla birlikte, inanılmaz bir hızla kalabalık bir insan seli içeri akmaya başladı. Durumun ciddiyetini kavrayıp, kendi vagonuma atak yaptım. Atağım sadece birkaç metre olabildi. Bulunduğum yerde sıkışıp kalmış ve bir santimetre bile kıpırdayamaz olmuştum. Kendi vagonuma gitmek bir yana, birkaç metre ötemdeki arkadaşımın yanına bile yaklaşamıyordum.

Paniğe kapıldım, beni on dört saatlik ayakta gece yolculuğu bekliyordu artık. Geçmek bilmeyen zamana galip gelebilmek için kalabalığı incelemeye başladım. Tren istasyonlarda durdukça, ayaktaki yolcular daha da birikiyordu. Oturan yolcuların bir kısmı zaman geçirmek için çeşitli oyunlar oynarken, bir kısmı da pirinç rakısı ile demlenmeye başladılar. Özellikle, iki sıra önümüzdekilerin içtikleri pirinç rakısının haddi hesabı yoktu. Bir müddet sonra, o tarafta gürültüler artmaya ve tartışmalar çıkmaya başladı. İçenlerden birisi vakit ilerledikçe sık sık tuvalete gitmeye başladı. Sıkışmış kalabalığa rağmen etraftakileri yıkarak, üzerlerine basarak ilerliyor, benimle her burun buruna geldiğinde gözlerini gözlerime dikip: “zoriy” yani “sorry” diyerek, hesapta bana bir jest yapıyordu. Herhalde, vagondaki tek yabancı olmamız nedeniyle bize hava atıyordu. Ben de jestini görüyordum: “Mei you wenti” yani “önemi yok”. Ara duraklar ve bazı hat değişimlerinde dakikalarca bekleyişler ayaktaki yolculuğu daha da yorucu hale getiriyordu. Gece yarısını geçince ayaktakilerin yavaş yavaş üst üste yığılarak uyumaya başladıklarını gördüm. Bu biçimde uyumak mümkün değildi, ama başarıyorlardı. Yolcular uyudukça onların üzerine yığılarak uyuma şansım da iyice yitiyordu. Sabah saatleri yaklaştıkça hala ayakta kalanlar dirençlerini yitirdikçe, birbiri üzerine yığılmış insanların üzerine düşüyor ve orada kalıyorlardı. Ayakta direniyordum, ama zaman geçmek bilmiyordu.
Bencil kızın lavabodaki uykusu
Sabaha doğru, tren bir istasyonda durdu ve istasyondan büyük bir kalabalık daha vagonlara dolmaya başladı. Bizim vagondakiler, zaten sıkışık olan vagonumuza yeni gelenlerin girmemesi için kapıyı kapatıp arkasına ayaklarıyla, vücutlarıyla yüklendiler. Bir müddet bu direnme başarılı olduysa da, dışarıdan gelenlerin güçlü baskısına dayanamayarak kapı açıldı. Dışarıdakiler içeriye ancak bir metre kadar girebildiler. İçlerinden bir kız hemen kapının yanındaki tuvalete girerek kapıyı kilitledi. Nedenini sonra öğrendim. Meğer, tuvaletin lavabosuna oturup uyuyorlarmış. Oldukça bencil bir davranıştı bu. Çünkü, ihtiyaç için gelenlere kapıyı açmıyordu. En son çoçuğu sıkışan bir baba sinirinden kapıyı kırmak üzereyken, kız söylenerek kapıyı açtı. Bu arada belirtmeliyim ki, böyle bir ortamda bile hiç bir kavganın olmamasına şaşırdım. İnsanlar birbirlerine son derece anlayışlı davranıyordu. Memleketimi düşündüm, böyle bir trende ne kavgalar olurdu. Bu arada vagonun sarhoşu da boş durmadı. Bu kalabalıkta arıza çıkartıp, arka koltukdaki üç genci bağıra çağıra azarlayarak koltuklarından kaldırdı ve hemen oraya yatıp sızdı. Gençler, sarhoşa gülüp geçerek yanından uzaklaştılar. Trende ayaktaki yolculuğumun on üçüncü saatinde direncimi yitirip önümde üst üste yığılı köylü göçmenlerin üzerine düştüm. Alttan hiç ses çıkmadı. Bir müddet beraber öyle kaldık. Zaten zayıf ve ufak tefek olan bu insanlara daha fazla yük olmamak için kısa sürede toparlanıp yeniden ayağa kalktım. Yolculuğumuzun on dördüncü saatinde Pekin’i gördüğümde gerçekten çok sevinmiştim. Vagonun arızalı karakteri bay sarhoş ayılmıştı, aşağı inmek için yine önümden geçti ama bu sefer “zoriy” demedi.
Seksi hızlı tren

Çin’deki bir başka ilginç tren yolculuğumuz “seksi hızlı trenle” oldu. Hızlı trenin Pekin’in güneyindeki istasyonu ise gördüğüm birçok havaalanından daha büyük ve moderndir. Şimdilik sadece Tianjin’e seferi olan tren son derece rahat ve sarsıntısız. Tren hareket ettikten kısa bir süre sonra, kapının üzerindeki dijital ekran trenin hızının saatte 280 km.ye çıktığını gösterdi. En yüksek hızın bu olduğunu düşünürken ekran 298 km.yi ve kısa bir süre sonra da 318 km.yi gösterdi. Biz hızın daha ne kadar yükseleceğini merakla beklerken dijital ekran seksi bir sayıda sabitlendi: 333. Mankenlerimiz fotoğraf çektirirken, dudaklarının daha seksi çıkması için söyledikleri 333 sayısının hızlı trenimizin en yüksek hızı olması hoş bir sürprizdi. Tren Tiyanjin’de durduğunda yanımdaki genç kronometresini çıkarıp düğmesine bastı: 29 dakika 16 saniye. Yani, trenimiz İstanbul Ankara mesafesini bir buçuk saatte alabilecek kadar seksi bir hıza sahipti.
İstasyon sahneleri
Çin’deki tren yolculuklarım, beni hep çocukluğumdaki kara trenlerde yaptığım yolculuklara götürmüştür. Keyiflidir ve bir uçak ya da otobüste izleyemeyeceğiniz kadar insanı izlersiniz. Onlar üzerinde yorumlar yaparsınız. Bu yorumlar sizi bambaşka dünyalara taşır. Metin Erksan’ın tren yolculuğuna dair çektiği 1973 yapımı “Müthiş Bir Tren” adlı filmini anımsarım. Sıkıcı başlangıcı olan bir filmdir, ama bir süre sonra yolculuğun içine çeker sizi. Ya Agatha Christie’nin romanından uyarlanan “Şark Ekspresi’nde Cinayet”. Konusu cinayet gibi görünürse de, sizi yolcuların karakterleri üzerinde gözlem yapmaya iter ve cinayet eylemini ikinci plana atar. Tren yolculuklarında insanlar birbirlerine çok yakındır. Beraber yatıp beraber kalkacak kadar yakın, istasyona vardığınızda bir “hoşçakal” demiyecek kadar da uzaksınızdır. Tren, sizi bilmediğiniz bir istasyondan, yabancı olduğunuz bir dekorun içine ittiğinde, yabancı rolünü oynadığınız bir oyuna da başlamış olursunuz.

30 Ocak 2009 Cuma

ÇİN’DEKİ KARAYOLCULUĞU (TRAVELLING BY OVERLAND IN CHINA:4

*Caner Karavit, Gezi Notları:11

YATAKLI OTOBÜS
Türkiye’de geceleri yaptığım uzun otobüs yolculukları benim için hep bir işkence olmuştur. Dar koltuk aralarına sıkışan uzun bacaklarım, sabahın bir an önce gelmesini ve artık hedefe ulaşmayı isterdi. Aksi gibi, fırsatını bulup biraz sızdığım zaman da otobüs mola vermiş olurdu. Moladan sonra tekrar uyuyabilmek için, daha çok emek vermek zorunda kalırdım. Hep şu bacaklarım yüzünden. Şunları bir uzatabilsem daha ne isterim diye düşünürdüm. Bir de, bu otobüslerin yataklısı olsa ne iyi olurdu diye. Merak ederdim, firmaların, tasarımcıların yataklı otobüs hizmetini neden düşünmediklerini. Böyle bir hizmetin varlığına ilk defa Çin’deki İpek Yolu seyahatimde tanık oldum.
Urumçi’den Kuçar’a her zamanki gibi trenle gitmeye karar vermiştik. Ancak, tüm yerler doluydu. Oradaki arkadaşlarımız bize yataklı otobüsü önerdiler. Çin’e ilk geldiğimde böyle bir otobüsün olduğunu duymuştum, ama nasıl bir şey olduğunu bilmiyordum. Türkiye’deki yolculuklarımda düşündüğüm gibi bir otobüste yolculuk yapma fırsatım doğmuştu. Yolculuk sonrası İstanbul’a döndüğümde bu otobüsten arkadaşlarıma bahsedince, birçoğu “biz de böyle bir otobüs olsa ne iyi olur diye düşünmüştük hep” diyerek düşüncelerimi paylaştılar. Demek, sadece ben değilmişim bu otobüslerin taleplisi.

İNSANIN ŞÖYLE AYAKLARINI UZATABİLECEĞİ BİR OTOBÜS OLSA...
Akşam olmuş ve hava kararmak üzereydi. Biletlerimizi alarak otobüs terminaline gittik. Otobüse biner binmez şöför bize bir naylon poşet uzattı. Önce, bu poşetin yolculuk sırasında meydana gelecek mide rahatsızlıkları için bir önlem olduğunu düşündüm. Poşetin işlevi farklıymış. Şöförün hemen yanında ayakkabılarımı çıkarttım ve poşete koyarak koridora girdim. İçerideki yataklar, otobüsün sağında, solunda ve ortasında sıralanmışlardı. Bu üç sıradaki yataklar ranza biçimindeydi. Numaramı bulup yatağıma oturdum. Ancak, gelip geçenler ve yatağına yerleşenlerin oluşturduğu trafik nedeniyle oturmak mümkün değildi. Hemen yatmak durumunda kaldım. Hiç bir otobüs yolculuğunda hemen yatmak ve uyumak gibi bir alışkanlığım olmadığı için bu durumu garipsedim. İnsan önce pencereden çevreyi seyreder, sonra dalgınlaşır ve en sonra da sızar. Ama başka çare yoktu. Zaman erken olduğu için uyumak mümkün değildi. Öte yandan uyumadan yatma ayışkanlığım ise hiç yoktu . Ancak, Çinliler bu durumdan hiç şikayetçi değildi. Hepsi uzanmış, kimisi sohpet ediyor, bazıları kitap okuyor, kimisi de televizyon seyrediyordu. Aslında şanslıydım, yerim hem alt kat hem de pencere kenarıydı. Yastık ve çarşaf pek temiz olmasa da yatak etkeni sevindiriciydi. Yatakların baş konulacak kısımları arkada yatanın ayaklarını soktuğu saç kafesin üstü olması nedeniyle yüksekteydi. Ben de yatarak ayaklarımı uzattım. Ama ne yazık ki yatak kısaydı. Çinlilerin ortalama boylarına göre yapılmış olan yatak boyları, beni yine memnun edememişti. En azından uzanarak yolculuk yapacağım için sevinçliydim. Otobüsün içini incelemeye başladım. Üç sıra yatak grubu vardı. Bir sırada yedi adet ranzalı yatak yani on dört tane yatak vardı. Üç sıra yatak grubunda ise toplam 42 yatak saydım. Bu sayı neredeyse normal otobüslerdeki koltuk sayısı kadar. Böyle bir otobüsün normal otobüse kıyasla zarar yapması mümkün değil. Bunların Türkiye’de de tutacağını düşündüm. Belki tek sorun temizlik kısmının daha zahmetli olmasıydı. Çünkü, her yolculuk sonrası yastık kılıflarının ve çarşafların yıkanması gerekiyor. Ancak, bindiğim otobüsteki nevresim takımı hiç de her yolculuk sonrası yıkanmış görüntüsü vermiyordu.

Otobüs yol aldıktan bir müddet sonra ışıklar söndü ve insanlar uykuya çekildi. Ben pencere kenarında Tarım Havzası coğrafyasının çöllük ve dağlık manzaralarını gecenin donuk lacivert ışığı altında izlemeye koyuldum. Ayak kafesinin içinde sağa ve sola dönüşlerimdeki sıkışmaların yarattığı sıkıntıya rağmen bir müddet sonra sızdım. Ne de olsa böyle bir yolculuğu hep hayal etmiştim. Rüya bile gördüğümü söyleyebilirim. Birden otobüsün ışıklarının yanmasıyla mola yerine geldiğimizi anladım. Dışarıya göz gezdirdim. Bizim dinlenme tesisleri gibi bir yerde konaklayacağımız beklentim boşunaydı. Sıradan bir benzin istasyonuydu.

VAY UYANIK!
Bir müddet sonra otobüs kalktı. Yanımda, orta sırada bulunan bir yatak boşalmıştı. Sanki biraz daha geniş görünüyordu. Biraz daha bekleyip, sahibinin gelmediğinden emin olunca hemen oraya yattım. Otobüs terminalinden biletleri alırken iki farklı fiyat kafamızı karıştırmıştı. Pencere kenarları daha ucuzdu. Nedenini anladım. Ortadaki yataklar daha uzun ve genişti. Neredeyse ayaklarımın uzunluğuna göreydi. Bundan iyisi Şam’da kayısıydı. Yüzümde bir gülümsemeyle uykuya daldım. Birden: “hey” diye bir bağırışla irkilerek uyandım. Ben de ani bir refleksle bağırarak karşılık verdim: “hey”. Karşımdaki Çinli: “burada ne yapıyorsun” der gibi bir şeyler söyleniyordu. Otobüsten inmemiş, şöförle bir müddet sohpet edip uykusu gelince yatağına gelmişti. Yatağında hiç tanımadığı ve yüzünde gülümsemeyle uyuyan bir yabancıyla karşılaşınca da: “vay uyanık” demişti, herhalde. Homurdanarak yerime geçtim. Pencereden dışarı takıldı gözüm. Ay ışığında ilginç dokular oluşuyordu Tianshan dağlarının eteklerinde. Çöl ayazı pencerenin kenarlarından sızıyordu. En son ne zaman yıkandığını bilmediğim battaniyeyi biraz daha çektim kafama. Arka yataktan gelen horultulara inat uykuya daldım.

ÇİN’DEKİ KARAYOLCULUĞU (TRAVELLING BY OVERLAND IN CHINA:3

*Caner Karavit, Gezi Notları:11
Metro ile yolculuk

Metro, İstanbul’da yaşamımıza yeni yeni giren ve geçmişten gelen bir geleneğimizin olmadığı ulaşım aracı. Henüz, bu toplu taşıma aracının kent ulaşımındaki payı olması gereken düzeye ulaşamadı. Bu nedenle, metro ile ilgili özgün bir gözlem oluşturabilmemiz ve kentimize ait bir metro kültüründen bahsetmemiz için erken. Kullanma alışkanlığımızın olmadığı bir ulaşım aracı günlük hayatınıza farklılıklarıyla beraber girince, doğal olarak sizin de ona dair gözlemleriniz ve yoırumlarınız oluşmaya başlıyor.
Günlük hayatıma bodoslama giren Pekin Metro’sunun benim için böyle bir yeri var. Çin’e ilk geldiğim dönem Shanghai, Shenzhen, Hong Kong, Guangzhou gibi kentlerle kıyasladığımda, Pekin Metrosu’nu eski ve hat yayılımını kısıtlı bulmuştum. Gördüğüm diğer kentlerdeki metrolar, otomatik bilet makinalarına, gelişmiş metro ağına, yeni vagonlara, modern metro içi tasarımlarına, görsel bilgilendirmelere vs. sahipken, Pekin Metrosu onlara nazaran köhne kalıyordu. Ancak, Pekin Olimpiyatları sonrası gelişimde, Pekin Metrosu’nun üç olan metro hattının yediye çıktığını ve sistemlerini yenilediğini gördüm. Ama, ne yalan söyleyeyim, en eski hat olan birinci hat köhneliğini ancak biraz aşabilmiş ve hala bana nostalji yaşatabiliyor.

Birinci hat
Pekin Metrosu ile sıkı fıkı olmamın nedeni gittiğim üniversitenin oturduğum bölgeye uzak olmasından kaynaklanıyor. Okula varabilmek için üç hat değiştirip, yolda bir buçuk saatimi geçiriyorum. Zaman bu kadar uzun ve değiştirdiğim hatlar da farklı özelliklere sahip olunca, doğal olarak gözlemlerimde zenginleşiyor. Öncelikle, birinci hat orta ve alt sınıfa ait hat olma özelliği taşıyor. Göçmen işçiler, küçük esnaf, öğrenciler, memurlar vs. Bu hattın en batı ve en doğu ucundan itibaren birikerek, aktarma istasyonlarına her sabah adeta akıyorlar. Çin’e gelmeden önce televizyondaki bazı belgesellerde izlediğim Japonya’daki metro istasyonlarının kalabalıklığı karşısında hayrete düşüyordum. Bir görevli vagona binemeyenleri arkalarından bastırarak içeri sokuyor ve kapılar ancak o zaman kapanabiliyordu.
Nereden bilebilirdim ki, Pekin’e gelip her sabah aynı şeyleri yaşayacağım. Özellikle sabah işe gidiş (7 ile 8 arası), akşamları da iş dönüşü (16.30’dan başlayıp 19.00’a kadar) saatlerinde tam da böyle bir yoğun kalabalık oluşuyor. Benim metroya biniş saatlerimde ne yazık ki bu saatler arasında. Öncelikle, bindiğim istasyon Pekin’in batı ucuna en yakın istasyonlardan birisi olduğu için şanslıyım. Çünkü, vagona binememek gibi bir sorunum genelde olmuyor. Ancak, ikinci hatta aktarma istasyonu olan Fuxingmen’e kadar, vücudumun her durakta sanki bir mengene ile şiddeti arttırılarak sıkıştırıldığını hissediyorum. Bu sıkıştırma işleminde istasyon görevlilerin payı büyük. Vagonun kapısında kalan ve binemeyen yaklaşık on kadar kişiyi bütün güçleriyle bastırıp, omuzlayarak (bazen iki görevli) herkesi içeri sığdırabiliyorlar. Kapılar kapandıktan sonra, içeride akciğerlerin sıkışması sonucu oluşan, derin bir nefes verişe benzer boğuk sesler çıkar. Önünüzdekinin saçları veya yüzü size daha da yaklaşmıştır. Çin, sarımsak yeme konusunda “serbest bölge” olduğu için, metroda sabahleyin sarımsak yememiş birisiyle yüzleştiyseniz güne şanslı başlamışsınız demektir.

Metroda yakın gözlük mesafesi
Çin’e ilk geldiğimde gözlerimin bozukluğu ilerlediği için bir yakın gözlüğü almaya karar verdim. Nasıl olsa metroyla okula gidene kadar uzun bir zamanım olacak, bol bol kitap okuyacaktım. Buradaki gözlükçüler göz doktoru gibi. Gözlük alacaksanız sizi testlerden geçirip gözünüzü kontrol ediyorlar. Hangi mesafeden okuma alışkanlığınız var, tespit edip ona göre numaralı gözlük veriyorlar. Metroların yoğunluk durumuna henüz tanık olmadığım için okuma mesafesini klasik ölçü olarak 30 cm. olarak belirledim. Büyük yanılgıymış. Sıkışık bir vagonda bırakın 30 cm.yi, 10 cm.den okumanız bile şans. Tabii ki kitabınız elinizde ve eliniz yukarıdaysa. Yoksa elinizi bile kıpırdatamıyorsunuz. Bazen düşünürüm, böylesine kalabalık bir yolculuk eğer Türkiye‘de olsaydı en az bir kaç kavga mutlaka olurdu. Bu kadar sıkıntılı yolculuğa rağmen Çinliler’in birbirine olan hoşgörüsü ve sinirlenmemeleri bana hep tuhaf gelmiştir.
Bir olay istisna: Narin kuşağa karşı devrimin çelik kadını
Yine elimi bile kıpırdatamayacak kadar sıkışık bir vaziyette yaptığım metro yolculuklarımdan birisiydi. Bir kaç adım ötemde ayaktaki yolculardan 30 yaşlarında bir erkek ve 40 yaşlarında bir kadın yolcu tartışmaya başladılar. Tartışma şiddetlendi ve birbirlerini itip kakmaya başladılar. Derken, erkek olan omuzuyla sert bir darbe girişiminde bulundu. Ben kadını kollamak ve erkeği önlemek için ileriye hamle yapmak istedim. Ama hareket etmek imkansızdı. Kadın, erkeğin sert müdahalesine göremediğim bir hızla karşılık verdi. O sıkışıklıkta nasıl hareket etti ve nasıl elini kaldırıp vurdu anlamadım. Ama sırtı bana dönük olan erkek, benim tarafıma can havliyle kaçmaya çalışırken şaşkınlığım iyice artmıştı. Erkeğin kaşı patlamış, gözü morarmış ve dudağı yarılmıştı. Kadın, adamı o kalabalıkta nasıl oldu da darmadağın etti, anlayamadım. Başta kadını korumak için yaptığım hamleyi, bu sefer adam için yapmam gerekiyordu galiba. Bizim yanımıza kaçan adam kadına bir şeyler söyledi, ama kadın parmağını “oraya gelirsem devam ederim ha..” der gibi sallayınca adamın sesi kesildi. Belli ki, devrimin zor şartlarının çelik gibi sertleştirdiği bir kadındı. Yeni dinamiklerin narinleştirdiği bir kuşağın temsilcisi olarak adamın ise, kadının karşısında zaten şansı yoktu.

Ekose bavullu köylüler
Bu sıkıştırılmaya özel katkısı olan bazı duraklar var: Askeri Müze durağı gibi. Bu durak, Pekin’in en büyük tren istasyonlarından birisinin bulunduğu yere yakın. Köylerden gelen göçmenler, ucuz ve çabuk ulaşım aracı olması nedeniyle metroyu kullanırlar. Onların trenlerinden iniş saatleri de Pekin Metrosu’nun yoğun saatlerine rastlar. Göçmen köylülerin sadece kendileri değil, beraberinde getirdikleri ekose desenli büyük plastik bavulları ve halatla bağladıkları yorganlarını da vagonları kaplıyor. Hal böyle olunca, vagonun içerisi sıkıştıkça sıkışıyor. Bazen bu köylülerin yüzlerindeki ifadeleri izlerim (onları rahatsız etmemeye çalışarak). Köylülerden ilk defa kente gelmiş olanların yüzlerinden, tamamen yabancı oldukları bu kente ilk gelmenin getirdiği endişeyi, tedirginliği, merakı, geride bıraktıklarının verdiği hüznü okuyabiliyorum. Bir yandan birbirlerine şaşkın ifadelerle bakıyorlar, diğer taraftan inecekleri yeri kaçırmamak için metro haritasındaki her durağı tek tek kontrol ediyorlar. İstasyondan vagona biner binmez bavul ve yorganlarını kapı girişine yığmalarından kentliler rahatsız oluyor ve homurdanıyor. Aktarma istasyonlarından önce inmek isteyenler bu yüklerin üzerinden aşmak zorunda. Bu göçmenlerin büyük bölümü, güney ve kuzey bölgelerindeki diğer göçmenlerin bulunduğu yerlere ya da işlerine gitmek üzere bu aktarma istasyonunda inerler. Diğer bölümü ise, daha doğudaki bölgelere gitmek üzere metro yolculuğuna devam eder.
İkinci hat
Fuxingmen aktarma istasyonundaki ikinci hatta biraz yürüdükten sonra ulaşılır. Büyük bir kalabalık seline kapılarak birden koridorun yarısının demir korkuluklarla kapatıldığını görürsünüz. Bu korkulukların başında da görevliler durarak kalabalığı daraltılmış yola yönlendirirler. Zaten sıkışık olan kalabalık seli iyice sıkşır. İnsanın sinirlerini bozacak bir yavaşlama gerçekleşir. Bu yoğunlukta niye koridoru daralttıklarını bir arkadaşım açıkladı. Koridoru huni gibi daraltarak metrolara yığılmayı engelliyorlarmış. Daraltılmış koridorları geçtikten sonra kalabalık sonuna kadar açılmış musluktan fışkıran su gibi ikinci hat istasyonuna dolar. Burada da başka bir kalabalık beklemektedir sizi. Genelde, göçmen yolcu bu hatta yoktur. İkinci hat öğrenci ve memur hattıdır. Vagonlar yenidir, istasyonların tasarımı ve bakımlılığı birinci hattan biraz daha iyidir. Yoğunluk vardır, ancak mengene örneği bu hat için geçerli değildir. Aktarmada yoğunluk dağılır.
On üçüncü hattın Sinderella’sı
On üç numaralı hatta geçtiğinizde ise, Pekin’in iki büyük üniversitesinin (Pekin ve Tsinghua) bu hatta yakın olması nedeniyle metro yolcusunun profili de bellidir: öğrenciler. Metro istasyonları yeni ve modern tasarımlıdır, vagonlar ise yeni ve temizdir. Ayrıca, kapalı devre televizyonları ve dizileri vardır. Genelde, bazı firmaların hazırladıkları dizi filmler yolculuk sırasında insanı oyalar. Bu diziler kısa ve devamlıdır. Bir kaç günde bir değiştirilir. Örneğin Çin’de ünlü bir ayakkabı firmasının hazırladığı dizi var. Başrolünde oynayan kızın ilginç bir tipi var, sanırım melez. Anladığım kadarıyla dizinin hikayesi, lüks bir ayakkabı mağazasında çalışan bir kızın yaşadıkları üzerine. Bu kız, müşterilerinin ruhsal durumlarına göre ayakkabılar öneriyor. Örneğin, ayaklarının büyük olduğunu düşünen bir bayana, “sakat olanları düşünmesini, önemli olanın ayaklarının sağlamlığının olduğunu ve bu nedenle ne kadar şanslı olduğunu kabul etmesini” göz yaşları içinde telkin ederek ona bir güzel ayakkabı satıyor. Elbette, bu Sinderella’nın peşinde bir de beyaz bisikletli prens var. Dizi böyle devam edip gidiyor. Ancak, bu dizilerin oynadığı metroların ikinci hattından on üçüncü hattına ulaşmak biraz zaman isteyen ve zahmetli bir iştir. Xizhimen aktarma istasyonundaki bu iki hattı değiştirmek için sizi uzun bir merdiven tırmanışları ve yürüyüşler bekler. Bu yürüme işlemeni yine yoğun bir kalabalıkla akarak yaparsınız. Sonunda onüçüncü hat metrosuna ulaştığınızda, şanslıysanız oturacak bir yer bulabilirsiniz. Soğuk kış gününde oturmak içinizi ısıtır çünkü oturma yerlerinde ısıtma sistemi vardır. İneceğim istasyon olan Wudaokou’ya geldiğimizde canım kalkmak istemezdi hiç.
İkinci hat labirentinin dış kulvarı
Akşam dönüşü ayrı bir yoğunluk vardır. İnsanlar aktarma istasyonlarında bir diğer hatta erken varmak için koşarlar. En alışamadığım ve mantığını anlamadığım aktarma Xizhimen aktarma istasyonundaki bu iki hattı değiştirirken kullandığımız güzergahtır. Vagondan inip, merdivenleri aşıp, beş dakika kadar yürüdükten sonra bir açık alan geçişi vardır ve bu alanın sonunda sizi demir parmaklıklardan yapılmış bir labirent bekler. Yani, ikinci metro girişi sizin tam önünüzdedir, ama pat diye giremezsiniz. İçeri girmek için kuyruğa girmek ve iki kez anlamsız bir şekilde dolanmak zorundasınızdır. Bu labirenti de katınca tamı tamına iki metro istasyonu arasındaki yürüme zamanı 9 dakikaya çıkıyor. Ben de atletizm yaptığım zamanlardan kalma bilgimi kullanırım. Kimsenin uzun mesafeli diye kullanmadığı en dıştaki yani en sağdaki kulvar en idealidir. Dış kulvarı pek kimse kullanmaz ve önüm boş olur. Bu dış kulvar dönüşte en kısa kulvar oluverir ve önümdeki birçok kişiyi geçiveririm. Aslında, canım hep Türk usülü korkulukların üzerinden atlayıp pat diye içeri girmek istemişimdir, görevliler olmasa...
Kör şarkıcının ekolu ses sistemi
İkinci hattan birinci hatta geçtiğinizde, sizi yine çok yoğun bir kalabalık bekler. Yine sıkışarak binersiniz vagonlara. Ancak, bu saatler işe yetişme derdi olmadığı için insanlar daha rahat davranır. Çok kalabalıksa bir sonraki metroya binme lüksünüz vardır. Metro aralıkları çok sıktır, neredeyse birisi gözden kaybolmadan diğerinin ışıkları görülür.
Birinci hattın içimi acıtan bir başka yolcu tipi daha vardır. Olimpiyatlar sırasında ortadan kaybolan bu metro yolcu tipi, kör veya vücutları yanık olan şarkıcılardır. İlk akşam dönüşümdeki kalabalık yolculuğum sırasında, ekolu bir sesle şarkı söyleyen birisini duymuş, ancak bir türlü sesin sahibini görememiştim. Genelde boyları kısa olduğu veya yürüme engelli oldukları için, kalabalığın arasındaki şarkıcıyı görebilmeniz mümkün değildir. Ancak, şarkıcının geldiği yöndeki kalabalık yarılıp para kutusu tutan bir el size doğru uzandığında, sesin sahibini görme şansınız olabilir. Kör, yürüme engelli veya yanık bedenli bu insanlar, ellerindeki mikrofanla sırtlarına bağladıkları çantadaki ekolu hopörler vasıtasıyla şarkılarını bütün vagona dinletirler. Vagon kalabalık olmasına karşılık, insanlar bu şarkıcılara hemen yol açarlar. Şarkıcı geçtikten sonra, buradaki insan dokusu tekrar kapanarak eski haline döner. Varış durağım olan Babaoshan’a (Sekiz Değerli Şey Dağı) vardığımda vagondan inip çıkışa doğru ilerlerken, şarkıcılar eko destekli hüzünlü köy şarkılarına devam etmek üzere, başka bir vagona geçip yolculuklarına devam ederler.

23 Ocak 2009 Cuma

ÇİN’DEKİ KARAYOLCULUĞU (TRAVELLING BY OVERLAND IN CHINA:1

*Caner Karavit, Gezi Notları: 11

Çin, ay takvimine göre bu pazarı pazartesiye bağlayan gece fare yılından öküz yılına giriş yapacak. Çinli işçiler, köylüler ve öğrenciler için iki hafta, memurlar için bir hafta sürecek olan tatil yolculukları başladı bile. Bu günlerde herhangi bir yere gitmek için araç bulmak imkansız. Gidecek araç buldunuz diyelim, dönmek için araç bulabilmeniz imkansız olacaktır. Geçen seneki yolcu dolaşımının sayısını bir yazımda belirtmiştim:” Çin'de her şey dev ölçeklerle tanımlandığı için bu sayıları artık çok bulmuyorum; hele bu Bahar Bayramı’nda kara yolu yolcu dolaşımının iki milyar kişiye yaklaştığını duyduktan sonra...”
Hatırladığım kadarıyla yolcu sayısı, uçak taşımacılığında Türkiye’nin nüfusu kadar, tren taşımacılığında da Türkiye nüfusunun iki katıydı. Bu bayram bu sayının daha da artacağını belirteyim. Hal böyle olunca Çin’deki karayolcuğum sırasındaki anılarımı ve gözlemlerimi kaleme almak istedim. Gerek kent içinde, gerekse şehirlerarası yolculuklarımda en basit ulaşım aracından en hızlısına kadar seyahat etme olanağı buldum. Gezilerim sırasında, Çin’deki araçların farklılığı, mesafelerin uzaklığı ve insan yoğunluğu yolculuk konusunu kaleme almamı sağladı. Bu yazım, o araçların günlük yaşam içerisindeki serüvenlerine bir bakışı içerecektir.

BİSİKLETLE YOLCULUK:
Pekin’e geldiğimde bisikletle ilgili ilk gözlemim bu aracın Çin’in ulusal aracı olduğuydu. Ancak, diğer kentleri dolaştığımda bunun sadece Pekin için geçerli olduğunu gördüm. Bisikletin popülerliği, kentin ekonomik durumuna (köyle ve işçi nüfusunun yoğunluğuna), coğrafi konumuna (düzlük veya tepelik olmesına), caddelerinin bisiklet yoluna tanıdığı olanaklara ve kentteki bisiklet servislerinin sayısına bağlıdır. Tüm bu maddelerin en geçerli olduğu kent Pekin’dir. Örneğin bu şartlar, Shanghai, Hong Kong, Makao, Kaşgar gibi kentlerde Pekin kadar uygun değildir. Shanghai’ın sokakları Pekin’inki kadar geniş değildir. Hong Kong ve Makao’nunki inişli çıkışlıdır, buralarda bisikletin yerini motosiklet almıştır. Kaşgar’ın yerel aracı ise 14.yüzyıl ressamı Mehmet Siyahkalem’in resimlerinde de tanık olduğumuz at ve eşek arabalarıdır.

Pekin’de sabah erken saatlerinde, örneğin 6.00-6.30’da kalkıp yola çıkarsanız buz gibi havada (ben genelde kışın Pekin’de olduğum için hep ayazdır) bisiklet yaya yollarının artık canlanmaya başladığını görürsünüz. Bazı bisikletlerin arkasında ilkokula veya anaokuluna götürülmek üzere bindirilmiş küçük çocuklar ve bisikleti süren annelerini görürsünüz. Bazıları uzak yerlerdeki işlerine gitmek için pedal sallayan işçiler, garsonlar, köylüler ya da üniversite öğrencileridir. Mallarını pazara, dükkana taşıyan esnaf da katılır bu sabah ayazı konvoyuna. Bazen de, o erken saatte evlerini taşıyan insanlardır. Bir bisiklete yüklenen eşyaları görmek şaşırtır insanı. Bir keresinde bu yüklerin içerisinde televizyon ve buzdolabı gibi eşyaları da görünce dehşete kapılmıştım. O eşyalarla bir bisikletin dengesinin nasıl sağladığını bir türlü kavrayamadım. Bisikletin kuşaklar boyunca kullanılmasından kaynaklanan genetik bir beceri olsa gerek. Kadınların da erkekler gibi güçlü pedal salladığına şahit oluyorum. Burada kalan bir Türk erkek arkadaşım bir gün kendisini geçen Çinli bir kadınla yarışa tutuşmuş. Pedallara olanca gücüyle asılmasına ve hırs yapmasına karşılık kadını geçememiş. İlginç olan ise, kadının bu yarıştan haberi bile olmaması ve bisikletini normal seyrinde kullanmasıymış.

Bir de Çinlilerin bisiklet kullanımları sırasındaki, oturma biçimleri, bisiklete biniş ve inişleri ilgimi çeker. Örneğin, bisikleti hareket ettirdikten sonra ata biner gibi biniyorlar. Hareket halindeki bisikletten tek pedal üzerinde ayağa kalkarak iniyorlar. Bisiklete binen çiftlerden arkada oturan (bazen erkek bazen kadın) bisiklet selesine yan oturarak yolculuk ediyor. İki eli cebindeyken veya uzun uzun telefon ederken bisiklet kullanmak ise oldukça olağan.
Elbette ki, bu kadar bisikletin olduğu yerde bisiklet parklarının görüntüleri de ilginç oluyor. Pekin Tsinghua Üniversitesi en büyük kampüse sahip üniversitelerden. Öğlen yemek yemeğe, yürüyerek ancak yarım saatte gidebiliyorum. Durum böyle olunca bisiklet zorunlu hale gelmiş (benim yok, hala yarım saat yürüyorum). Kampüste bisiklet parklarına büyük alanlar ayrılmış. Bu alanlardaki üstüste yığılmış bisikletlerin ilginç görüntüleri var. Birçok bisiklet ise üniversitede satılan aynı renk ve markadan. Bu kadar benzer bisikletin arasında sahipleri kendi bisikletlerini nasıl bulunur, o da ayrı bir merak konusu. Tabi ki hırsızlığa karşı kilit önlemi var. Kilit tasarımları ise çeşit çeşit, bisiklete sabitlenmiş olanlar, harici olanlar, uzaktan kumandalı olanlar vs.
Benim okulda olmasa da, evde bulundurduğum bir bisikletim var. Türkiye’ye kesin dönüş yapan bir arkadaşımın vitesli bisikletini alma gafletinde bulundum. Nereden bilebilirdim ki paralı bisiklet parklarında vitesli bisikletlerden yüksek park ücreti alınıyor. Diğer bir lüks tip ise elektrikli bisikletlerdir. Bisikletin aküsü bitince elektrik fişi olan bir parka ya da dükkana bisikletinizi çekip akünüzü doldurup yola devam edebilirsiniz.
Bisikletlerin önemli bir parçası da önünde olmazsa olmazı, alış veriş sepetidir. Bu güne kadar sepetsiz bisiklete neredeyse rastlamadım. Uzak bir yerde yaptığınız alış veriş sonrası bu sepet o kadar gerekli oluyor ki, Pekin’de sepetsiz bir bisikleti artık düşünemiyorum.

Pekin çok geniş bisiklet yollarına sahip. Gezdiğim hiçbir kentte bu kadar genişini görmedim. Bu yollara arabalar pek giremiyor, bu nedenle bisikleti rahat kullanabiliyorsunuz ve kaza ihtimali pek yok. Ancak, bir konuya dikkat etmek gerekli, bir çok bisikletin freninin çalışmadığını bir kaç deneyimden sonra anladım. Bir şeyi daha anladım ki, o da benim bisikletin frenlerinin de çalışmadığıydı. Bir kaç kaza geçirdikten sonra, frenlerimi oturduğumuz apartmanın hemen altındaki bisiklet tamircisine yaptırdım. Pekin’deki bisiklet servislerinden de bahsetmeliyim. Bisiklet parklarını işletenlerin hemen hemen hepsi aynı zamanda tamirci. Bisiklet ana arterlerinin yakınlarında mutlaka bisiklet servisleri bulabiliyorsunuz ve derdinize mutlaka çare buluyorlar. Sağolsunlar, bugüne kadar yolda hiç bırakmadılar.
Bisiklet (özellikle Pekin’de) gerekli olduğu kadar bana romantik gelen bir tarafı olduğunu da belirtmek istiyorum. Bu araç, kent ulaşımında gerçekten önemli bir rol oynamaktadır. Bu nedenle, bisikleti geleneksel Çin resminin en önemli konularından “Dört Centilmen”den birisi olan erik ağacı çiçeğine benzetirim.

ÇİN’DEKİ KARAYOLCULUĞU (TRAVELLING BY OVERLAND IN CHINA:2

*Caner Karavit, Gezi Notları: 11
ÇEK ÇEKLERLE (REN LI CHE) YOLCULUK:

Pekin’de ilk gezi mekanım olan Yasak Kent gezisi sonrası önümüze çıkan “pedallı çek çek”in yani Ren Li Che (insan gücüyle giden araç) sürücüsünün ısrarına dayanamayarak binmiştik. Bu çek çek, insan gücüyle çalıştığı için iki kişiyle yol alması oldukça zordu. Çek çeke bindikten bir müddet sonra sürücü kan ter içinde kalmıştı. Alışık olmadığımız bu manzara karşısında vicdanımız zorlanmaya başladı. Ancak, sürücünün geçim kaynağı buydu. Çek çekin içerisinde ikilemler arasında sıkışıp kalırken, çocukluğumda annemle gittiğimiz semt pazarı anılarım gözümün önüne geldi. Semt pazarı dönüşünde annem hamal tutardı. Ancak, iyi yürekli anam hamala çok ağırlık binmesin diye fileleri bana ve kendisine paylaştırırdı. Görüntüde hamal tutmuş olurduk. Eve gelince hamala evde güzel bir sofra kurup karnını doyurnadan göndermezdi. Hamal giderken de küfesine biraz sebze meyva atardı. Aslında, annemin hamal tutması ihtiyaçtan çok yardım amaçlıydı. Bizim çek çeke binmemiz de böyle bir şeydi aslında. İnsan dayanamayıp bir müddet sonra iniveriyor.

Bununla beraber, bu pedallı çek çeklerin aile tiplerini hep sempatik bulmuşumdur. Önde, genelde baba aracı sürerken arkada anne ve çocuk sırtları dönük olarak sohpet ede ede giderler. Bazen de, yaşlı çiftler biner çek çeklerine. Erkek olan ağır ağır pedal sallarken, kadın soğuğa karşı bacaklarını bir şalla örterek (yaşlılar pek sohpet etmezler) dalgın dalgın yoldan geçenleri izler.

Bu araçların motorlu olan ikinci türü ise “motorlu çek çek”lerdir. Bunların motor gücü bir mobilet motorunun gücü kadardır. Bu tür motorlu çek çekler engelli plakası taşırlar. Her yolu kullanma pratiğine sahiptirler, bisiklet yolunu da, araba yolunu da. Tasarım olarak bir çok kentte çok çeşitli tiplerine rastlamak mümkündür. Standart tipi haki renkli ve sürücü kısmı kapalı olanlarıdır.

Bazı motorlu çek çeklerin sahipleri araçlarına kendi tasarımlarını uygulamışlar ve ortaya ilginç tasarımlar çıkmış.
Bu araçların arkasındaki kapıyı açarak tek kişilik koltuğuna sırtınız şöföre dönük olarak oturursunuz. Motorlu çek çeklerin sıkışık trafikteki büyük avantajına karşılık bana riskli gelen olumsuz tarafı da vardır. Bu araçları cadde köşelerini hızlı dönerken hep tehlikeli bulmuşumdur. Eğer, şöförle sizin ağırlık merkezi yukarıdaysa ve araç hızlı dönüş yapıyorsa devrilmeniz işten bile değildir. Xi’an’daki gezimizin dönüşünde trenimizin kalkmasına çoz az bir süre kalmıştı ve trafik çok sıkışıktı. Trene yetişmek için tek çare olarak motorlu çek çekin birisine hiç tereddütsüz hemen bindik. Çek çekin cadde köşelerini hızlı dönme hareketine üç kez şahit olduk ve nasıl oldu da devrilmedik hala inanamıyorum. Bu arada, sürücünün cesaretine de hayran kaldım. Trafik ışıklarını pek takmadığı için doğrudan arabaların arasına da dalıveriyordu. Heyecanımızın arttığı bir anda kendimizi tren istasyonunda buluverdik. Sonuçta, bizi trene yetiştirmişti.

Bu iki tip çek çek sürücüleri, gecenin geç ve sabahın en erken saatlerinde metro çıkışlarında, otobüs duraklarının arkasında, tren istasyonu yakınlarında beklerler. Bu motorlu çek çeklerin bir işlevi de öğrenci servisi olmaları. Akşamları küçük öğrencileri okullarından alıp evlerine bırakarak bir hizmette bulunuyorlar. Onlar, tek tek yolcu taşısalar da, kentte yolda kaldığınız, trafikte sıkıştığınız bir anda yardımınıza yetişen, kent taşımacılığının maskotu ve vazgeçilmez araçlarıdır.

20 Ocak 2009 Salı

HARBİN: Buz Kent-1

*Caner Karavit, Gezi Notları:10

1.GÜN
Haritada horoza benzetilen Çin’in en kuzeyinde olan Hei Long Jiang yani Siyah Ejder Nehri eyaleti de horozun başına benzetilir. Eyalet, ismini Çin ve Sibirya’yı birbirinden ayıran ve Rusça ismi Amur olan nehirden alıyor. Bu eyaletin başkenti olan Harbin de horozun gözüne benzetilir. Her yıl yapılan buz heykel festivali ve Sibirya kaplanları ile ünlüdür. Bir başka özelliği ise Uzak Doğu’nun en geniş ormanlarına sahiptir. Harbin, çarlık Rusya’sı tarafından kurulmuş. Rusların burayla irtibatı 1897’deki Vladivostok-Harbin tren hattının açılması ile başlamış. Daha sonra,1917 devriminden kaçan Ruslar buraya yerleşiyor ve 1930’larda nüfusun yarısını oluşturuyorlar. Ancak, devrimden kaçan Rusları bir devrim daha bekliyor. 1949’da Çin’de de devrim gerçekleşip bu bölgenin Çin’e katılmasıyla, buradaki Ruslar başka yerlere kaçmışlar. Bu arada, bir başka kuşatma da1932’de ise Japonlar tarafından yapılmış.
Bir dönem, burada 33 ülkeden 160 bin yabancının yerleşik olduğu söyleniyor. Bir zamanlar, Paris’ten 7 günde gelen trenin ilk buraya uğraması nedeniyle, Çin’e modanın ilk girişi Shanghai ve Hong Kong’dan önce buradan olurmuş. Bu arada, Çİn’in meşhur birası olan Harbin birasının da Çin’in ilk birası olduğunu hatırlatmak isterim.
Kentin tren istasyonu bölgesi olan merkezine ilk indiğimizde bizi buzdan yapılmış bir kule karşıladı. Buzlar dünyasının yapıtlarıyla karşılaşmak üzere otelden hemen ayrılıp gezmeye başladık.

Zhongyang Da Jie:
Kent merkezinin batısında, Song Hua nehri’ne dik olarak uzanan sağlı sollu Rus tarzı binalarla çevrili yaya yolunun bulunduğu bu bölge, aynı zamanda açık hava mimarlık müzesidir. Bir zamanlar Küçük Moskova denilen bu yoğun klasik Rus mimarisinin bulunduğu bölgede çelişkiler de vardı. Bütün bu binaların cephelerinde KFC, Mc Donalt’s, Nike gibi bilindik ünlü firmaların tabelaları boy gösteriyor. Cadde boyunca ünlü klasik helkellerin buzdan yapılmış kopyaları yapılmış. Ancak, bu buz heykeller gündüz vakti hacimsiz bir etki yaratıyor. Heykeller kar yağdığında bazı bölgeleri karla kaplanınca bir hacimsellik kazanıyor. Klasik mimari dokusunun hakim olduğu bu bölgede, başarılı ışık kurgusu sayesinde, gece görüntüleri masalsı bir etki yaratıyor.

Caddenin en şık otellerinden birisi Modern Otel. Ancak, bu otel adı gibi modern değil. 1913 yılı yapımı olan otelin dışı klasik tarzda bir dokuya sahipti. Merakımızı gidermek üzere otele girip oda istediğimizi söyledik. İçi de dışı gibi klasik tarzda döşenmiş otelin Zhongyang Caddesi’ne bakan zevkli döşenmiş odaları en pahalı olanlarıydı. Ancak, bu fiyatların Türkiye şartları için pek pahalı olmadığını söylemem gerek(geceliği 1000 yüen’i biraz geçiyor). En popüler odalar ise, bazı ünlü şair ve yazarların kaldığını belirten levhaların kapılarına asıldığı odalardı.
Çekim yaparken kamerama takılan cepçiler yakalandıklarını anlayınca süratle ara sokaklara dalarken, insanlara kışın bu keskin ayazında neşeli ve sıcak atmosfer sunan kent dokusunu görüntülemeye keyifle devam ettim. Aslında, zengin bir kültürel coğrafyanın, insan yaşamı için en zor fiziki koşulları bile nasıl yaşanılır kıldığına ve varlığımız için ne kadar işlevsel özellik taşıdığına tanık olmak keyif verdi.

HARBİN: Buz Kent-2

*Caner Karavit, Gezi Notları:10
Güneş Adası

Song Hua Nehri’nin batı tarafında bulunan kar ve buz festivali mekanıdır. Her yıl yapılan bu festival bu yıl 10.sunu gerçekleştiriyor. Festival alanı 400.000 metre kare olup, dünyanın çeşitli bölgelerinden gelen sanatçıların yaptığı kar ve buz çalışmaları 100.000 metre küpü buluyor. Dünyanın bazı ünlü yapılarını da temel alan bu çalışmaların sayısı 30’un üzerinde. Bu yapılar asıllarının 1/3, 1/5 ölçülerinde yapılmış ve bazılarının içinde gezilebiliyor. Tamamen buzdan yapılan bu eserlerin buzları donmuş olan nehirden kesilmek suretiyle sağlanıyor. Artan küresel ısınma nedeni ile buzlar her geçen yıl giderek daha kuzeyden elde edilebiliyormuş. Güneş Parkı’nın içinde bu çalışmaların dışında kayma alanları, gösteri mekanları, kafe ve çayhaneler bulunuyor.

İlk gördüğümüzde bu boyutta yapılmış buzdan ve kardan çalışmalar bizi çok etkiledi. Üstelik, bunca emeğin her yaz eriyerek yok olması ve her kış yeniden yapılması işlemi, bizi, sanatta ve zanaatta emeğin geçicilik kavramı üzerine yeniden düşündürmeye itti. Bir kaç ay sonra geriye bir şey kalmayacağını bildiğiniz bir şey için kışın en sert soğuğunda büyük emekler vererek bir yapıt oluşturuyorsunuz ve sonrası hiç bir şey... Bu durum, eserin yaratıcısını yıldırabilir mi? Ancak, konuya farklı bir yönden bakarsak, sanatçıların kışın bu sert coğrafyada gerçekleştirdikleri masalsı (özellikle geceleyin) mekanın insanın morali üzerinde yarattığı müthiş etkiyi bilemiyor olmaları mümkün değil. Sanırım, sanatın toplum psikolojisi üzerinde oluşturduğu olumlu etkiler, eserlerin geçiciliğinin yaratabileceği yılgınlığı ortadan kaldırmaya yetiyor olsa gerek.

Gece olduğunda buzdan yapıtların içindeki rengarenk ışıkların yanmasıyla birlikte renkli bir çizgi film dünyasının içerisine düşmüş hissine kapıldık. Işıklandırma sistemi buz küplerinin içerisinde oluşturulan boşluklardan geçirilen kablo tesisatı ve floresanlarla sağlanmış. Buz yapıtlar, yaklaşık 50 metre küplük kütlelerin yığma sistemle birleştirilmesi ile oluşturulmuş. Karlı zeminden yansıyan ışıkların da katkısıyla, nefis lacivert bir renge bürünen gökyüzü, renkli ışık oyunlarının hareket kazandırdığı mekanlar için fotoğrafik bir zemin oluşturuyordu. Çevredeki kayma alanlarından gelen neşeli çığlıklar ve tüm alana yayılan klasik müzik, masalsı havayı iyice güçlendiriyordu. Masalsılığın bitmesini istemememize rağmen, ısırıcı soğuk ısı depolamamız için arada bizi uyarıyordu.

Soğuğun etkisini iyiden iyiye hissetmeye başladığımız bir andı ki, kendimizi acilen buzla kaplı renkli ışıklarla donatılmış bir yere attık. Meğerse bir gösteri mekanıymış. Dışı buzdan yapılmış, ama içi sıcacıktı. Buzdan duvarla mekan arasında ısı yalıtıcı olarak alçıpan kaplama yerleştirilmişti. Bir masaya oturup Rus dans grubunun gösterisini izlemeye başladık. Sıcak iyice gevşetmişti bedenimizi. Birer de Harbin birası içince yerimize mıhlandık adeta. Bir saat sonra, dışardan gelen neşeli çığlıklar yine dışarı, masal dünyasına doğru çekti bizi. Gece bitmesin istedik ama otele dönmemiz gerekiyordu artık. Masal dünyasının kapısından çıkıp önümüze çıkan ve nereye gittiğini bilmediğimiz bir belediye otobüsüne bindik.

HARBİN: Buz Kent-3

*Caner Karavit, Gezi Notları:10
Güneş Adası: