13 Kasım 2008 Perşembe

URUMÇİ (URUMCHI): Kültürel harmanların başkenti

*Caner Karavit, Gezi Notları 8:

İki bin yıl öncesinin İpek Yolu kuzey rotasının önemli bir merkezi olan, Xinjiang Özerk bölgesinin Urumçi kentine Pekin’den yaklaşık dört saatlik bir uçuşla vardık. Bugün İpek Yolu’nun bir merkezi olma özelliklerinden bir belirti taşımayan Urumçi’nin merkezi normal bir Çin kenti özelliği taşıyor. Kentte zaman zaman 50’lerden kalma Rus mimarisinden örneklere de rastlayabiliyorsunuz. Urumçi’nin anlamı Moğolca’dan kaynaklanıyor: “Güzel Otlaklar”. İki milyonluk nüfusa ve çok etnik kökenli bir yapıya sahip olan bu kentte, Han, Uygur, Hui, Kazak, Kırgız, Özbek, Rus milliyetlerine mensup halklar yaşamakta. Burası, Han milliyeti oranının daha fazla olması nedeniyle Uygurların Çince öğrendiği bir kent. Xinjiang’ın diğer kentlerinde Uygurlar daha çoğunlukta olduğundan oradaki Çinliler Uygurca öğreniyormuş. Otelimize adım attığımız andan itibaren ise, bu coğrafyadaki en geçerli dilin kendi ana dilimiz olduğuna şahit olduk. Bir İngiliz’in veya ABD vatandaşının dünyanın herhangi bir yerine gittiğinde, başka bir dile gereksinim duymadan kendi diliyle derdini anlatmasının nasıl bir duygu olduğunu burada daha iyi hissettim. Xinjiang Özerk Bölgesinde batı dilleriyle derdinizi anlatmanız olanaksız. Oteldeki konuşmalara kulak kabarttığımızda ya Azerice ya Uygurca ya da Özbekçe’yi işitiyor ve anlama oranlarının değişkenliğine rağmen, genel olarak hepsini anlayabiliyorduk. Bir Uygurla bir Azeri’nin konuşmalarına rastladığımızda, Azeri’yi neredeyse tamamen, Uygur’un konuşmalarının ise çoğunu anlayabiliyorduk. Ya da, bir Özbekle Kazak’ın konuştuğunda, Özbek bize daha anlaşılır gelirken, Kazak’ı anlamakta biraz güçlük çekmekle birlikte konuyu genel olarak kavrayabiliyorduk. Sanki “Yıldız Savaşları” filmindeki gibi, ayrı gezegenlerden gelip bir araya toplanmış aynı dili konuşan insanlar gibiydik. Bizim Türkiye’den geldiğimizi genelde anlıyorlardı: Türk dizilerinden. Bir gün, asansörde konuşmalarımıza kulak kabartan iki Özbek gençten birisi bize dönerek “Türkiye” dedi. Biraz sohpet ettikten sonra asansörden çıkarken “Kurtlar Vadisi” diye bağırdı. Xinjiang’da Türk televizyonları izlenemiyor. Ancak, Türk dizilerini vcd ve dvd’lerden izliyorlar. Bu dizilerden en popüler olanı “Kurtlar Vadisi” (ne yalan söyleyeyim bu diziyi hiç izlemedim), ikincisi ise “Anadolu Yakası”. Bir dahaki gelişimiz için birçok dizi cd’si şiparişi aldık.

Ayağımızın tozuyla bir Uygur düğününe davet edildik, tam da istediğimiz bir şeydi. Keyifli olacağı belliydi. Düğün salonu bizim düğün salonlarımızın tarzında, ama daha şatafatlı ve süslüydü. Yemeklerle birlikte müziklerde başladı. Müzik sıralamaları bizdekilerin aksine tam kararındaydı. Bütün oyun havalarını, romantik veya kasvetli müzikleri ardarda yığmamışlardı. Coşkulu bir oyun havası, ardından romantik dans müziği sonra da profesyonel dans gösterisi. Müzik arasında her iki aile sahnede toplanıyor, büyükler önde oturuyor, gençler arkada ayakta duruyor ve öylece fotoğraf çektiriyorlar. Xinjiang’ın saygın bir ismi arkalarında günün önemine değin konuşma yapıyor. Bu önemli kişi daha sonra bizim masamıza oturdu. Bizi davet eden kişi Xinjiang Özerk bölgesi’nin önemli resmi bir mevkide bulunduğu için, bir süre sonra masamız önemli kişilerin toplanma mekanı oldu: Ünlü bir sanatçı, üst düzey devlet görevlisi, sanat merkezi başkanı, gardiyan, kocası kendisine yakıştırılmayan bir bayan, bir de Zeki Alasya’nın esmeri vardı ama kimdi hatırlamıyorum (içkili zamanıma denk düşmüş). Elbette ki, bu önemli masanın oluşumunda Türkiye’den gelmiş olmamızın da payı vardı. Sıra oyun havalarına gelince Trakyalı’lığım tuttu. Ancak, sahneye çıkan kadın ve erkek Uygurların hepsi o kadar iyi oynuyorlardı ki sahneye çıkmak pek kolay değildi. Sonuç olarak, sahneye çıktım ve ülkemi elimden geldiğince iyi temsil ettim. Profesyonellerin gösterisi ise gerçekten çok iyi idi.

Halk oyunlarını yorumlayan grup ve akrobasiyle Uygur dansını sentezleyen dansçı kızı büyük bir keyifle izledik. Sonradan Xinjiang’ın tüm kentlerinin reklam afişlerinde resmini göreceğimiz ünlü şarkıcı Mahmut da sahneye çıkıp şarkı söyledi. Oyun havaları çaldığı sırada, Uygur arkadaşlarının ısrarlarına dayanamayıp sahneye çıkan Han kadın ve erkekleri bu işi gerçekten kıvıramadılar. Bu coğrafyanın eski evsahipleri Tokharlar ve Yutianlar Çin’de dans ustaları olarak bilinirlermiş. Kuçalar (Qiuci) ise müzikte ustaymışlar. Kuçaların beş makam yedi notasına karşılık, bugün Uygur müziğinin Maddi Olmayan Dünya Mirasları Listesi’ne giren ünlü on iki makamı bölgenin kültürel zenginliğine işaret etmektedir. Bölgenin geçmişinin harmanlanmış bir kültüre sahip olması sayesinde, günümüzde özellikle dans, müzik ve gösteri alanında bunların yansıması devam ediyor. Binlerce yıldır harmanlanan bölgenin kültürel coğrafyasına, Türk kavimleriyle birlikte, Sogdlar, Kuçalar, Doğu İran kavimleri, Hint kökenliler, Tibetliler, Sakalar/İskitler, Çinliler katkıda bulunmuşlar. Bölgede Ural-Altay dilleriyle birlikte Hint-Avrupa dillerinin ve Çince'nin konuşulması bölge dilinin de harmanlanmasına yol açmış.
Düğünü en son bizim masadakiler terketti. Dışarısının soğuğuna aldırmaksızın biraz da içkinin tesiriyle sarmaş dolaşlı ayrılık merasimi biraz uzunca sürdü. Uygur oyunlarının yorgunluğu sonrasında nihayet Türki Cumhuriyetleri otelindeydik.
Ertesi gün, sokak aralarındaki tezgahlarda bulunan yiyecek, giyecek ve diğer malların yöreye ait özelliklerine tanık olduk. Çeşitli kuruyemişlerden en çeşitli ürüne sahip olan kuru üzümdü. Tam mevsimine denk geldiğimiz üzümün haki yeşil, turuncu, kahverengi tonlardan oluşan türleri tezgahlarda iştah açıyordu. Diğer tezgahlarda sergilenen açıkta asılı etlerin hiç kokmaması ise, yörenin çok kuru havaya sahip olmasından kaynaklanıyor sanırım. Bunun en açık örneğine Xinjiang Müzesi’nde rastladık. Müzede sergilenin mumyalar neredeyse yüzyıllarca bozulmadan günümüze dek gelmişler. Bu kurak hava sayesinde mumyalar bozulmamıştı ama ellerimiz ve dudaklarımız çatlamıştı. Xinjiang olur da kebap olmaz mı? Özellikle tezgahların olduğu sokaklar, resmen dumanaltıydı. Sokak aralarındaki tezgahları dolaşırken, ilk olarak burada, dayak atmayı acilen öğrenmek için, döğüş sporları malzemesi satan bir işporta tezgahı gördüm.

Buradan ileriye yürüdüğümüzde Kaşgar mimarisinden esinlenerek yapılmış Büyük Çarşı karşımıza çıkıyor. Çarşıdaki yapılar için, Çin mimarisi yerine Xinjiang mimarisini tercih etmişler. Bana kalırsa hoş bir yorum olmuş.
Bu arada, gerek lokantalarda gerekse misafirliğe gittiğimiz evlerde her seferinde bulabildiğimiz ve Pekin’deyken çok özlediğimiz yoğurdu doya doya yedik.
Urumçi’den ayrılış vakti geldiğinde ise tren garında oldukça kalabalık vardı. Çevre bölgelerden gelen tüm pamuk işçileri artık memleketlerine dönüyormuş. Çukurova’yı anımsattı bana.

Hiç yorum yok: